TÜRKİYENİN ŞAHASERLERİ
Eski Uygarlıklar, Eski Kentler
Karain Mağarası
Antalya'nın 27 km. kuzeybatısında ve Katran dağları üzerindedir. Doğal bir mağaradır. Yapılan arkeolojik kazılarda mağaranın Prehistorik çağlarda (Paleolitik, Mezolitik, Neolitik ve Kalkolitik) insanlarca barınak olarak kullanıldığı anlaşılmıştır. Mağarada iskeletler, yontma ve cilalı taştan aletler, işlenmiş çakmak taşları ve önemli eserler bulunmuştur.
Ana Tanrıça Heykelciği
Pişmiş toprak, M.Ö. VI. binyılın ilk yarısı, yüksekliği 20 cm., Çatalhöyük. (Anadolu Medeniyetleri Müzesi)
İvriz Kaya Kabartması
Konya'nın Ereğli ilçesine 12 km. uzaklıkta, İvriz Suyu'nun kaynak başındadır. Geç Hitit dönemi eseridir. M.Ö. VIII. yüzyıla tarihlenmektedir. 6.08 m. yüksekliğindeki kabartmada, Warpalavas'ın bereket tanrısı Santaj'a şükranı anlatılmaktadır.
Yazılıkaya - Midas Şehri Büyük Anıt
Eskişehir'e 90 km. uzaklıkta M.Ö. VII. yüzyılda kurulmuş Yazlıkaya-Midas şehri bulunmaktadır. Bu şehirde Frig döneminin önemli bir eseri olan Büyük Anıt göze çarpmaktadır. Anıtın üzerinde çeşitlli geometrik motifler ve yazılar vardır. Frig döneminde önünde dini törenler yapılıyordu.
Lidya (Karun) Hazineleri
Uşak ili Güre yakınlarındaki Toptepe tümülüsünü 1965, İkiztepe tümülüsünü 1966 ve Aktepe I tümülüsünü 1968 yılında gizlice kazan eski eser kaçakçılarının 1970 yılında ABD'deki Metropolitan Sanat Müzesi'ne sattıkları eserlerdir. Bu eserler, M.Ö. VI. yüzyıl Lidya sanatının en güzel örnekleridir. Kültür Bakanlığı'nca verilen uzun bir hukuk savaşından sonra 1993 yılında Türkiye'ye geri gönderilmiştir. (Uşak Müzesi)
Resim: Lidya "Karun" Hazinesi Güneş Kursu Biçimli Gerdanlık
Akik-Altın, M.Ö. 6.y.y. (Uşak Müzesi)
Bergama Zeus Sunağı
Bergama Krallarından Eumenes II tarafından M.Ö. 197-159 yılları arasında yaptırılmıştır. Alman arkeologların 1865 yılından itibaren Bergama'da yaptıkları kazılarda ortaya çıkarılmış, kalıntıları Berlin'e gönderilmiştir. Berlin Devlet Müzesi'nde restore edilerek 1871 yılında sergilenmiştir. O tarihten sonra müzenin adı Pergamon Müzesi olmuştur.
İskender Büstü
42 cm. yüksekliğindeki mermer büst Bergama kazılarında bulunmuştur. M.Ö. III. yüzyıla tarihlenmektedir. Makedonya Karalı Büyük İskender'in sağlığında ünlü heykeltraşlara yaptırdığı büstlerin aslıllarının hiç biri günümüze ulaşmamış, sadece kopyaları bulunmuştur. Bergama'da bulunan büst Paris Louvre Müzesi'nde dünyaca ün yapmıştır. (İstanbul Arkeoloji Müzesi)
Afrodisias
Aydın'ın Karacasu ilçesi yakınlarında bir antik kenttir. Tanrıça Afrodit adına kurulmuştur. Tunç çağından Bizans dönemine değin (M.Ö. 2800 - M.S. 220) büyük bir yerleşim merkeziydi. Arkeolojik kazılarda Afrodit tapınağı, odeon, stadium ve agorası, hamamları gün ışığına çıkarılmıştır. Afrodisias, İlkçağ'da önemli bir heykel yapım merkezi olarak tanınmıştır. Anadolu antik kentleri içinde Afrodisias'ın stadyumu iyi korunmuş stadyumlar arasındadır.
Efes Artemis Tapınağı
İzmir Selçuk'ta Efes (Ephesos) antik kentinin dünyanın 7 harikasından sayılan ünlü tapınağıdır. Astemision olarak da bilinir. Önce M.Ö. 560-550 yıllarında Lydia Kralı Kroisos tarafından İon düzeninde yaptırıldı. M.Ö. 356'da bir delinin yakması üzerine aynı büyüklükte ancak 3 m. yüksek olarak yeniden inşa edildi. 55.10 x 115 m. boyutlarında, mermer heykelleriyle de ünlü tapınak Hellenistik dönem tapınaklarının en büyüğüydü. 262'de Gotlar tarafından yıkıldıktan sonra onarılmadı.
Bristish Museum adına 1869-1874'te J.T. Wood ve 1904-1905'te David G. Hogart'ın yaptığı kazılarda bulunan tapınak kalıntıları, İngiltere'ye götürüldü.
Sart (Sardes)
Manisa'nın Salihli İlçesindedir. Lidya devletine başkentlik yapmış bir antik kenttir. XIX. yüzyıldan itibaren yapılan arkeolojik kazılarda Artemis Tapınağı, gymnasion, stadion Roma ve Bizans hamamları gibi önemli yapıları ortaya çıkarılmıştır. Resimde gymnasiondan bir bölüm görülmektedir.
Bodrum - Halikarnas Masoleumu
Pers Valisi Maussolos'un Bodrrum - Halikarnassos'taki mezarı dünyanın yedi harikası arasındadır. MAussolos M.Ö. 352'de ölünce karısı Artemisia tarafından yapımına başlanmıştır. Mimarlar Pytheos ve Satyrus'tur. Skopas, Timotheos, Bryaris ve Leochares adlı ünlü heykeltraşlar birer cephesini çalışmışlardır. 60 x 80 m. boyutlarında ve 46m. yüksekliğinde olduğu belirlenmiştir. 9 x 11 sütunludur. Bazı parçaları Bodrum kalesinin yapımında kullanılmıştır. Mausoleum'a ait parçalar XIX. yüzyılın ortalarında Londra British Museum'a götürülmüştür.
Aspendos (Belkıs)
Antalya'nın 48 km. doğusunda İlkçağ'da kurulmuş bir antik kenttir. En önemli yapısı tiyatrosudur. Bu tiyatro, sahnesiyle birlikte günümüze ulaşabilen Anadolu'daki Roma tiyatrolarının en sağlam örneğidir. 15.000 seyirci kapasitelidir. İmparator Antonius pius döneminde (138-164) Zenon adlı bir mimar tarafından yapılmıştır.
Derinkuyu Yeraltı Şehri
Nevşehir'in Derinkuyu ilçesindedir. Hristiyanlığın yayılma döneminde savunma ve saklanma amacıyla yer altındaki yumuşak kayalar oyularak yapılmıştır. VI-X. yüzyıllar arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. Dar geçitlerin sağında ve solunda oyulmuş odalardan, havalandırma bacalarından, şapel ve bir kuyudan oluşmaktadır.
Kaymaklı Yeraltı Şehri
Nevşehir'e 15 km uzaklıktaki Kaymaklı'dadır. Hristiyanlığın yayılma döneminde saldırılara karşı korunma amacıyla VI-X yüzyıllarda kayalar oyularak yapılmıştır. Yer altındaki 8 katlı kentte, katlar ve bölmeler bir havalandırma bacası etrafında yer almıştır. Bir hol etrafında toplanmış odalarda ortalama tavan yüksekliği 2 m'dir. Şapeller odalardan büyük ve yüksek tavanlıdır.
Efes Selsus (Celcius) Kitaplığı
İzmir Selçuk'ta Efes Antik Kenti'nin en önemli kalıntılarından biridir. Roma döneminde 115-117 yılları arasında yapılmıştır. 260 yılında bir yangın geçirmiştir. İki katlı cephesinin görkemli mimarisiyle ün yapmıştır. Kitaplığın içindeki duvarlarda yazı rulolarının konduğu, üst üste üç sıra halinde nişler bulunmaktadır.
İstanbul Surları
İstanbul'un ilk surları, 413-447 yılları arasında kenti savunma amacıyla Bizans İmp. II. thedosius tarafından yaptırıldı. Marmara Denizi kıyısındaki mermer Kule'den Haliç'e değin 6-7 km uzunluğundadır. Yedikule surları 1457-1458 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Surlar üzerinde 16 kapı bulunmaktadır. Surlar, iç sur, dış sur ve hendek olmak üzere üç kademeli bir savunma yapısıdır. İç surlar 3-4 metre kalınlığında ve 13 metre yüksekliğindedir. 15m. uzaklıktaki dış surlar ise 2m. kalınlık ve 10m. yükseklikte duvarlardır. Dış surun önünde hendek vardır. İstanul surları, UNESCO'nun koruma programı çerçevesinde restore edilmektedir.
Rumeli Hisarı
İstanbul Boğazı'nın Rumeli yakasındadır. Bizans'a kuzeyden yardım gelmesini önlemek amacıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından 1452 yılında yaptırılan bir kaledir. 1000 usta ve 2000 işçinin çalışmasıyla 4 ayda yapılmıştır. Üç büyük kulenin yapımını Çandarlı Kara Halil, Saruca ve Zaganos Paşalar üstlendiklerinden kuleler bu adlarla anılır. Beş kapısı bulunan kale, 30.000 m²lik bir alanı kaplamaktadır.
Diyarbakır Kalesi ve Surları
Kalenin ilk bölümlerinin Hurriler döneminde yapıldığı kabul edilmektedir. 349 yılında Roma İmp. II. Constantinus döneminde kentin çevresi surlarla çevrildi, kale güçlendirildi. Kesme bazalt taşından yapılmıştır. Artuklu, Akkoyunlu, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde defalarca onarıldı. Dış kale ve iç kale olmak üzere iki bölümdür. 82 burçlu dış kale surlarının uzunluğu 5 km. 'yi bulur. Dört kapısı vardır. Dört kapılı iç kale ise Kanun Sultan Süleyman döneminde surla çevrilmiştir.
Van Kalesi
Urartu devletinin başkenti Tuşba (Van)'da M.Ö. IX. yüzyılda yapılmıştır. Kale, Urartuların M.Ö. VII. yüzyıl başlarında yenilerek Toprakkale'ye taşınmaları üzerine Asurların eline geçti. Selçuklu, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Osmanlı dönemi kalıntılarının da bulunduğu kalede en önemli bölümler Urartulara ait kaya hücreleri ve yazıtlardır. Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı bir cami de kale üzerinde bulunmaktadır.
Kızkalesi
İçel'in Erdemli ilçesinde ve Mersin'e 60 km. uzaklıktadır. Corcyus antik kenti ve kalıntılarından 800-1000 m. aşağıda ve Akdeniz'in içindedir. Kıyı ile bağlantısı zamanla kesilmiş, bir ada halini almıştır. M.Ö. IV. yüzyılda Hellenler tarafından kurulan, Roma ve Bizans dönemlerinde gelişen Corcyus, XIII. yüzyılda önemli bir limandı. Kale, denizden gelecek saldırıları engellemek amacıyla yapılmıştı. İçinde bir kilise kalıntısı bulunmaktadır.
Hoşap Kalesi
Van-Başkale karayolu üzerinde, Van'a 60 km. mesafedeki Güzelsu bucağındadır. XVI. yüzyılda MAhmudi Aşireti Bey'i Süleyman Bey tarafından yaptırılmıştır. İçinde iki cami, üç hamam, çeşmeler ve zindanlar bulunmaktadır.
Erzurum Kalesi
Yaklaşık 2000 m. yükseklikte bir tepe üzerinde inşa edilmiş olan iç kale 5. yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius tarafından yaptırılmıştır. Son zamanlara kadar Türkler tarafından kışla olarak kullanılmıştır. Kale Mescidi ve saat kulesi Türk mimarlığının ilk örnekleri olmaları bakımından önem taşırlar. Tepsi Minare olarak da adlandırılan kule Ortaçağ'larda gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır. Osmanlı mimarisinin Barok Çağında saat kulesine çevrilmiştir. 1124-1132 yılları arasında hüküm süren Abu'l Muzafferüddin Gazi tarafından yaptırılmıştır. Tek büyük bir kubbe ile örtülen mescid geleneksel Türk mimarisinin özelliklerini taşır
Dolmabahçe Sarayı
17. yüzyıla kadar Boğaziçi’nin koylarından biri olan bu yörenin; Altın Post'u aramaya çıkan Argonotların efsanevi gemisi Argos’un demirlediği, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi sırasında Haliç’e indirmek üzere gemilerini karaya çıkardığı yer olduğu ileri sürülür.
Osmanlılar Döneminde kaptan paşaların donanmayı demirledikleri, geleneksel denizcilik törenlerinin yapılageldiği doğal bir liman görünümünde olan bu koy; 17. yüzyıldan başlayarak dönem dönem doldurulmuş ve Dolmabahçe adıyla padişahların Boğaziçi’ndeki has bahçelerinden biri konumuna getirilmiştir.
Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahlar tarafından yaptırılan köşk ve kasırlarla donatılan Dolmabahçe; zamanla "Beşiktaş Sahil Sarayı" adıyla anılan bir saray görünümü kazanmıştır.
Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid Döneminde (1839-1861) ahşap ve kullanışsız olduğu gerekçesiyle 1843 yılından başlayarak yıktırılmış ve aynı yerde günümüze dek gelen Dolmabahçe Sarayı’nın temelleri atılmıştır.
Yapımı, çevre duvarlarıyla birlikte 1856 yılında bitirilen Dolmabahçe Sarayı 110.000 m2’yi aşan bir alan üstüne kurulmuş ve ana yapısı dışında onaltı ayrı bölümden oluşmuştur. Bunlar saray ahırlarından değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara, camhane, dökümhane, tatlıhane gibi işliklere uzanan bir dizi içinde, çeşitli amaçlara ayrılmış yapılardır. Bu yapılar arasına Sultan II. Abdülhamid Döneminde (1876-1909) Saat Kulesi ve Veliahd Dairesi arka bahçesindeki Hareket Köşkleri eklenmiştir.
Dönemin önde gelen Osmanlı mimarları Karabet ve Nikogos Balyan tarafından yapılan sarayın ana yapısı; Mabeyn-i Hümâyûn (Selâmlık), Muayede Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümâyûn adlarını taşıyan üç bölümden oluşur. Mabeyn-i Hümâyûn; devletin yönetim işleri, Harem-i Hümâyûn; Padişah ve ailesinin özel yaşamı, bu iki bölümün arasında yer alan Muayede Salonu’ysa; Padişah’ın devlet ileri gelenleriyle bayramlaşması ve kimi önemli devlet törenleri için ayrılmıştır.
Tüm yapı, bodrumla birlikte üç katlıdır. Biçimde, ayrıntılarda ve süslemelerde gözlenen belirgin batı etkilerine karşılık bu saray, bu etkilerin Osmanlı ustalarca yorumlanmış bir uygulamasıdır. Öte yandan, gerek kuruluş gerekse oda ve salon ilişkileri açısından geleneksel Türk evi plan tipinin çok büyük boyutlarda uygulandığı bir yapı bütünüdür. Beden duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeleri ahşaptan yapılmıştır. Çağın teknolojisine açık olan saraya, 1910-12 yıllarındaysa elektrik ve kalorifer sistemi eklenmiştir. 45.000 m2’lik kullanılır döşeme alanı, 285 odası, 46 salonu, 6 hamamı ve 68 tuvaleti vardır. Döşemelerin ince işçilikli parkelerinin üstünde, önce sarayın dokumevinde, sonra da Hereke’de dokunmuş 4454 m2 halı serilidir.
Padişahın devlet işlerini yürüttüğü Mabeyn; işlevi ve görkemiyle Dolmabahçe Sarayı’nın en önemli bölümüdür. Girişte karşılaşılan Medhal Salon, üst kat ile bağlantıyı sağlayan Kristal Merdiven, elçilerin ağırlandığı Süfera Salonu ve padişahın huzuruna çıktıkları Kırmızı Oda; imparatorluğun tarihsel görkemini vurgulayacak biçimde süslenmiş ve döşenmiştir. Üst katta yer alan Zülvecheyn Salonu; padişahın Mabeyn’de kendine özel olarak ayrılmış dairesine bir tür geçiş mekanı oluşturmaktadır. Bu özel dairede, padişah için mermerleri Mısır’dan getirilmiş görkemli bir hamam, çalışabileceği oda ve salonlar bulunmaktadır.
Harem ve Mabeyn bölümleri arasında yer alan Muayede Salonu; Dolmabahçe Sarayı’nın en yüksek ve en görkemli parçasıdır. 2000 m2’yi aşan alanı, 56 sütunu, yüksekliği 36 m.yi bulan kubbesi ve bu kubbeye bağlı yaklaşık 4,5 tonluk İngiliz yapımı avizesiyle bu salon, sarayın diğer bölümlerinden belirgin bir biçimde ayrılmaktadır. Salon, bodrumdaki tesislerden elde edilen sıcak havanın sütun diplerinden içeri verilmesiyle ısıtılmakta, böylelikle soğuk mevsimlere rastlayan törenler daha sıcak bir atmosferde yapılabilmekteydi. Geleneksel bayramlaşma töreni günlerinde, Topkapı Sarayı’nda bulunan altın taht bu salona getirilerek kurulur ve padişah bu tahtta devlet ileri gelenleriyle bayramlaşırdı. Galeriler ise elçilik görevlilerine, Saray Orkestrası’na, bay ve bayan konuklara ayrılmıştı.
Dolmabahçe Sarayı’nın Batı etkileri altında, Avrupa saraylarından örnek alınarak yapılmış bir saray olmasına karşılık, işlevsel kuruluşu ve iç mekan yapısında “Harem”in eskisi kadar kesin çizgilerle olmasa da ayrı bir bölüm olarak kurulmasına özen gösterilmiştir. Ancak Topkapı Sarayı’nın tersine, Harem, artık saraydan ayrı tutulmuş bir yapı ya da yapılar topluluğu değildir; aynı çatı altında, aynı yapı bütünlüğü içinde yerleştirilmiş özel bir yaşama birimidir.
Dolmabahçe Sarayı’nın yaklaşık üçte ikisini oluşturan Harem Bölümü'ne, Mabeyn ve Muayede Salonu’ndan geleneksel ayrımı vurgulayan demir ve ahşap kapılarla kesilmiş koridorlardan geçilmekte, bu bölümde Boğaziçi’nin yansımalarıyla aydınlanan salonlar, sofalar boyunca padişahların, padişah eşlerinin, çeşitli görevleri olan kadınların, şehzade ve sultanların yatak odaları, çalışma ve dinlenme odaları sıralanmaktadır. Valide Sultan Dairesi, Mavi ve Pembe Salonlar, Abdülmecid, Abdülaziz ve Reşad tarafından kullanılan odalar, Cariyerler Bölümü, Kadınefendi odaları, Büyük Atatürk’ün çalışma ve yatak odası, sayısız değerli eşya, halı, levha, vazo, avize, tablo gibi sanat yapıtları Harem’in ilginç ve etkileyici parçalarını oluşturmaktadır.
Günümüzde Dolmabahçe Sarayı’nın bütün birimleri restore edilmiş ve ziyarete açılmış bulunmaktadır. Saray’ın değerli eşyalarının sergilendiği iki “Değerli Eşyalar Sergi Salonu”, Milli Saraylar Yıldız Porselenleri Koleksiyonu’ndan örneklerin yer aldığı “İç Hazine Sergi Binası”, genellikle Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’nun bölüm bölüm ve uzun süreli sergiler biçiminde izleyicilere sunulduğu “Sanat Galerisi”, bu galerinin alt katında sarayın çeşitli objeleri ve mimari süslemelerinden alınmış kuş motiflerinin fotoğraflarından oluşan sürekli serginin bulunduğu tarihsel koridor, Mabeyn Bölümü’ndeki Abdülmecid Efendi Kütüphanesi; Dolmabahçe Sarayı’nın başlıca sergileme birimlerini oluşturmaktadır.
Sarayın hemen girişinde bulunan eski Mefruşat Dairesi’nde Kültür-Tanıtım Merkezi yer almakta ve Milli Saraylar’ın çeşitli yerlerinde sürdürülen bilimsel çalışmalarla tanıtım etkinlikleri bu merkezden yönlendirilmektedir. Öte yandan, yine bu merkezde çoğunluğunu 19. yüzyıla yönelik yayınların oluşturduğu bir kitaplık kurularak araştırmacıların hizmetine sunulmuştur.
Saat Kulesi, Mefruşat Dairesi, Kuşluk, Harem ve Veliahd Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere yönelik kafeterya hizmetleri veren bölümler ve hediyelik eşya satış reyonları oluşturulmuş, bu reyonlarda Kültür-Tanıtım Merkezi’nce hazırlanan ve milli sarayları tanıtıcı bilimsel nitelikte kitaplar, çeşitli kartpostallar ve Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’ndan seçilmiş ürünlerin tıpkı basımları satışa sunulmuştur. Öte yandan Muayede Salonu ve bahçeler ise ulusal/uluslararası resepsiyonlara ayrılmış, yeni düzenlemelerle saray, müze içinde müze birimlerine, sanat ve kültür etkinliklerine kavuşturulmuştur.
TOPKAPI SARAYI MÜZESİ
Topkapı Sarayı Müzesinden Görüntüler
Osmanlı İmparatorluğu'nun başkent İstanbul'da yönetim sarayı ve hanedanlık ikametgâhı olarak kullanılan Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesinden kısa bir süre sonra 1473 yılında tamamlanmıştır. Osmanlı hanedanı, Topkapı Sarayı'nı 19. yüzyılda Boğaziçi saraylarına yerleşene kadar kullanmıştır. Saray, Cumhuriyet'in ilanından sonra 3 Nisan 1924'te Atatürk'ün emriyle müze haline getirilmiştir.
Çeşitli dönemlerde, değişik sultanların emirleriyle yapılan ek yapılar ve yenilenmelerle görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanan saray, bu görünümüyle Osmanlı devlet kurumlaşmasının bir yansıması olmuştur. Osmanlı saray protokol ve hiyerarşisinin zamanla kazandığı görkem ve çok ünitelilik Topkapı Sarayı mimarisine de yansımış, hatta devletin yükselişi ve çöküşü de sanatsal anlatımını bu sarayda bulmuştur. Tüm bu büyük geçmişi dekorlayan dramatik olaylar süreci ile saray, dünya müzeleri arasında tarihsel yaşantısı ile günümüze ulaşabilmiş ender örneklerden biridir. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul ile sembolleşen Bizans ile birlikte Ortadoğu'nun imparatorluk geleneğine de varis olması, göreceli olarak dinamik ve göçer Asya-Anadolu geleneği ile yoğrulmuş olan önceki Osmanlı yönetim sisteminde önemli nitelik değişmelerine neden olmuştur. Bu özelliğin sultan ve ailesiyle bütünleşen mutlak idare kavramına güç verdiği ve saray kurumunun Fatih Kanunnamesi ile bilinçli olarak bir imparatorluk sistemine uyacak şekilde hiyerarşik kademelenme ve görkem kazandığı görülür. Bu nitelik değişiminin unsurları aşamalı olarak Topkapı Sarayı'nda görülebilir.
Topkapı Sarayı, İstanbul topografyasını oluşturan Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında tarihsel İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu'nda Bizans akropolü üzerinde inşa edilmiştir. Saray, kara tarafında Fatih'in yaptırdığı Sur-u Sultani, deniz yönünde ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. Çeşitli kara ve deniz kapılarıyla saray içinde değişik işlevleri olan kapıların dışında anıtsal giriş, Ayasofya arkasındaki Bab-ı Humayun'la (Saltanat Kapısı) sağlanır. Yüzyıllar boyunca her türlü görkem ve protokol detaylarının yaşandığı sarayda sağlam devlet anlayışının gereksindiği işlevsel sadeliğin mekâna yansıması, daha girişte başlamaktadır. Bu kapı, aslında 15. yüzyıldaki karakterleriyle bir kale-saray olan yapının görünümüne uygundur. Halkın da girebildiği bu kapının üzerinde 19. yüzyıl sonlarına kadar ayakta kalan bir köşk vardı ki, bu yapıda alayların izlendiği ve özel hazinelerin saklandığı bilinir.
Sarayın I. yer olarak adlandırılan en geniş avlusu, Haliç ve Marmara yönünde uzanan Hasbahçe'den ancak ana eksende oluşuyla ayrılır. Bab-ı Hümayun ile iç sarayın başladığı Bab-üs Selam arasında yer alan bu alanda iki yanda sarayın büyük ölçüde günümüze ulaşmamış olan ve Bostancılar denetimindeki Birun (dış) hizmet binaları vardır. Solda odun ambarları, cebehane olarak kullanılan Hagia Eirene Kilisesi, 18. yüzyılda yenilenip genişletilen darphane binaları günümüze ulaşan yapılardır. Saraya gelen devletlilerin ve yabancı elçilerin atlarını bağladıkları bir revak önünde Deavi Kasrı denilen dilekçe dairesi ve Ebniye-i Hassa ambarları arka arkaya sıralanırlardı. Sağda ise sırasıyla Gülhane Hastanesi, Has Fırın ve sarayın su dağıtım sistemini oluşturan dolap ocağı birinci avluyu sınırlayan yapılardı. Her dönemde sarayı çevreleyen Hasbahçe çeşitli köşklerle doluydu. Bu köşklerden ilki, Bab-ı Ali karşısında çokgen bir burç üzerinde yükselen Alay Köşkü'dür. Sultanların çeşitli alayları seyrettiği bu mekân, 19. yüzyılda Ampir üsluba uygun olarak yenilenmiştir. Haliç yönünde ve Sirkeci tarafında çokgen bir açık seyir köşkü olan Yalı Köşkü'nde padişahlar her sene donanmanın denize çıkışını seyrederdi. 19.yüzyıl sonlarında demiryolunun bahçeden geçirilmesi nedeniyle bu köşk yıktırılmıştır. Günümüze ulaşan bir 17.yüzyıl yapısı olan klasik karakterli Sepetçiler Kasrı'ndan harem halkının bu törenleri izlediği sanılır. Bu alanda bostancılara ait çeşitli koğuş ve yapıların yanı sıra en ünlü köşk, Fatih Sultan Mehmed'in saray ile birlikte yaptırdığı Çinili Köşk'tü. Çinileri ve eyvanlı merkezi planıyla Timurlu mimarisi hatlarını taşıyan bu sefa köşkünün geniş arsasına II. Abdülhamid Döneminde arkeoloji müzeleri yerleştirilmiştir. Sarayburnu'nda kuleli ve toplu bir kapı nedeniyle geç devirde Topkapı ismini alan Saray-ı Cedid'in bu kapısının önünde, 16.yüzyıl başından kalan revaklı Mermer Köşk'ten başlamak üzere, Marmara kıyısına 18.yüzyıl ve sonlarında yapılmış ahşap ve yazlık Rokoko üsluplu sahilsaray vardı. 1860'larda yanan ve demiryoluna harcanan bu sarayın ilerisinde sur üzerinde altyapısı görülen İncili Köşk ise, sadrazam Koca Sinan Paşanın mimarbaşı Davud Ağa'ya yaptırıp, III. Murad'a sunduğu muhteşem bir seyir köşküydü. Sarayı çeviren Marmara suru, Balıkhane ve Ahırkapı gibi işlevlerini belirten iki kapı ile bitmekteydi; sarayın büyük ahırlarını içeren bu köşkteki yapılaşmadan günümüze sadece III. Osman Devrinde yapılan fener ulaşmıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayun'unun okunduğu Hasbahçe'nin bu yönünde Bizans Döneminde de aynı amaçla kullanıldığı sanılan bir Cirit Meydanı, İshak Paşa ve Gülhane kasırları gibi yapılarla Bizans'ın Manganlar Sarayı kalıntılarının olduğu görülür.
I. avluda, Bab-ı Hümayun'u Bab-üs Selam'a bağlayan ağaçlı yolda sultanların seferden dönüş ve gidişleri, Cuma Selamlıkları gibi törensel günlerde büyük bir ihtişamla avludan geçtikleri görülürdü. Yeniçerilerin bu avluyu saraya karşı geldiklerinde kullandıkları ve kapıları açtıkları bilinir. Sarayın Bab-üs Selam denilen kuleli kapısıyla çağdaş Avrupa kulelerini andıran ikinci kapısının belirlediği asıl saray bölümü, Sur-u Sultani içindeki iç kaleyi oluşturur. Çeşitli yapıların sur benzeri düz sağlam bir duvar inşaatıyla sınırlandığı ve avlulara burç gibi çıkma yaptığı bu alan, arka arkaya üç değişik işlevli avlu ile çevresindeki yapılarla saray bütününü oluşturur. Sultandan başka kimsenin at üzerinde giremediği Divan Meydanı denilen ön avlu, yapılarıyla birlikte saraydaki devlet yönetiminin zirvesi olan bir mekândır. Bu avluda tarihte çeşitli hayvanların da gezdiği bahçe taksimatı arasındaki eksenlerden en önemlisi karşıda sultanı temsil eden Bab-üs Saade eksenidir. Meydana işlevini veren ve gövdesi Fatih Döneminden kalan Adalet Kulesi altındaki üç kubbeli ve revaklı Divan-ı Hümayun ise sol kanatta bulunur. Haftada dört gün sadrazam ve vezirlerle devlet işlerinin karara bağlandığı bu resmi mekân, Divanhane, burada kabine toplantısı yapıldığı gibi, elçiler de kabul edilirdi- kalem ve defterhane bölümlerinden oluşur. Bu yapının arkasındaki çok kubbeli ve masif duvarlı Dış Hazine ise devletin resmi hazinesini depolamak amacıyla yapılmıştır. Sadrazam tarafından kullanılabilen bu hazineden ayrıca yeniçerilere üç ayda bir ulufe dağıtılır ve bunun için avluda elçilerin de hazır bulunduğu görkemli galebe divanları yapılırdı. Saray müze işlevini kazandıktan sonra, bu bölüm, Erken İslam Döneminden 20.yüzyıl başlarına kadar olan döneme ait silahların sergilenmesine ayrılmıştır. Burada İslam Türk ve Orta Doğu'ya özgü silahlar da bulunmaktadır. Kubbealtı, Haliç yönünde, gizemli Harem Dairesi'nin küçük ve silik "Arabalar Kapısı" ile ayrılmaktadır. Divan Meydanı'nı da Haliç yönünde Hasbahçe'ye, sultanların saraydan çıkışlarında kullandıkları Hasahır sistemine bağlamaktadır. Kendine ait daha alçaktaki bir avluda yer alarak sarayı sınırlayan Hasahır'ların sarayın ilk yapılarından biri olduğu bilinir. Sultanların az sayıdaki seçme atını barındırmış olan bu ahır, saray yaşantısında "imrahor" denilen bir yöneticinin sorumluluğunda, başlı başına bir at koşum takımı hazinesi olan raht hazinesi'ni de içerirdi. Özellikle resmi alaylarda ve yabancı ülkelere gönderilen hediyeler arasında görülen bu hazinenin koşum takımlarının murassa olmasına dikkat edilirdi. Bu alanda göze çarpan bir başka yapı da Beşir Ağa Camii'dir. Divan Meydanı'nın bu yönde diğer bir işlevsel yapı grubu da Baltacılar Koğuşu'dur. Güçlü gençlerden devşirme usulüyle saraya getirilen bu kadro, sarayda teşrifatçılığın yanı sıra, her türlü taşıma işinde selamlık ve hareme hizmet ederdi. 16.yüzyıl sonlarında genişletilerek son şeklini alan Baltacılar Koğuşu; Divan Meydanı, Harem, Hasahır yönüne açılan bir avlu çevresindeki hamamı, koğuşu, camii ve çubuk odası ile özgün bir mahalle görünümündedir.
Divan Meydanı'nda yapılan işlerle temsil edilen devletin kudreti, avlunun sağ kanadında bir revak arkasındaki anıtsal mutfak yapılarıyla anlam kazanırdı. Boydan boya uzanan özel, ince uzun bir avlunun Marmara tarafındaki anıtsal yapıları; günümüzde saray arşivi ve kumaş deposu olarak kullanılan yağhane ve kiler, ahşap Aşçılar Mescidi ve nihayet bacaların oluşturduğu görkemli cephesiyle bu büyük şehre girişte sarayı vurgulayan mutfaklardır. Harem'e, sadrazam ve enderun halkıyla birlikte sultan ve harem'e hizmet veren bu dev yapıda, normal günlerde sarayın beş bin kişiden aşağı düşmeyen halkına sürekli yemek verilirdi. Tüm imparatorluk sahasında üretilen gıda çeşitlerinin en kaliteli örnekleriyle donatılmış bu mutfakların, Osmanlı kültüründe ayrı bir yeri vardır. Bugün, Osmanlı sarayında itibar görmüş, sürekli ithal edilmiş veya hediye olarak gelmiş Çin ve Japon seramik sanatının ürünleri bu yapılarda sergilenmektedir. Mutfakların helvahane ve şerbethane bölümlerinde ise Türk mutfak eşyaları ile Osmanlı Yıldız porselenleri ve cam eserleri sergilenmektedir. Bir zamanlar aşçıların koğuşu olan karşı binaların yerinde ise, Avrupa porselenleri ve gümüşleri yer almaktadır.
Divan Meydanı'nı sarayda padişahların selamlık hayatının geçtiği iç saray teşkilatının bulunduğu mekânları içeren Enderun Avlusu'na Bab-üs Saade (kapısı) bağlar. Sultanı temsil eden kapıda cülus, biat, bayramlaşma ayak divanı ve cenaze törenleri yapılırdı. Bu olayların dışında sultanlar kapıyı ve Divan Meydanı'nı kullanmazlardı. Padişah evinin cümle kapısı olarak kapalı tutulan kapının arkasına izinsiz geçmek, mutlak iktidara yapılan en büyük hukuk ihlâli sayılırdı. Bab-üs Saade Ağası denilen saray sorumlusunun kontrolündeki bu baldaken formlu geçit, günümüze 18.yüzyıl sonlarında yapılan Rokoko düzenlemelerle ulaşmaktadır. Sarayın padişah öncülüğünde oluşturulan selamlık bölümü Enderun, "Harem-i Hümayun" olarak da adlandırılmaktadır. Bu bölüm, günün geçirildiği Selamlık ile gecenin geçirildiği Harem bölümlerinden oluşmaktadır. Devlete yüksek bürokrat ve askeri şef yetiştiren eğitim aşamaları Enderun avlusunun biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Bab-üs Saade ağasının kontrolündeki bu bölüm sultanın şahsına ait yapılardan ilki Bab-üs Saade bütünlüğündeki Arz Odası'dır. Revaklı ve tek hacimli bu sembolik mekân, sarayın ortasındaki konumuyla da Osmanlı merkeziyetçiliğinin sembolüdür. 16.yüzyılda donatılan bu mekân bu yüzyıl sonunda konulan baldaken taht, sultanın divan üyelerini ve yabancı devlet elçilerini kabullerinde ve cüluslarında kullandıkları mücevher döşemeli tahttır. Sultanların resmi kabul salonu olan bu yapının kendine özgü zengin dekoru ve protokolü, sultanla yüz yüze gelme şerefine erişebilen nadir bir grubun görebildiği şeylerdi. Bu yapının arkasında sarayda özel bir ilgi unsuru olan ve kudret sembolü olarak da görülen süs ve av kuşlarının bulunduğu 16.yüzyıldan kalma Havuzlu Köşk vardı. 18.yüzyıl başında III. Ahmed'in Lale Devri'nin zarif klasik üslubuyla inşa ettirip Enderun ağalarına vakfettiği kütüphanesi ise çıkmalı, merkezi planıyla bir diğer sultan yapısıdır. Sultana ait yapıların bu avludaki diğer örnekleri avlu köşelerindeki Enderun Hazinesi (Fatih Köşkü) ve Hasoda'dır (Kutsal Emanetler Dairesi). Fatih Sultan Mehmed'in sarayla birlikte yaptırdığı revaklı ve muhteşem İstanbul manzarasına mermer bir terasla açılan klasik Osmanlı konutu tipindeki kesme taştan köşkün, planına rağmen, baştan beri Osmanlı saray hazinesi olarak kullanıldığı anlaşılır. Arka arkaya kubbeli odaların gerisinde sultan ve enderun ağalarına ait anıtsal bir hamamı da içerdiği bilinen bu binaların hazine eşyasını koymak amacıyla kullanılmış geniş bodrum katları vardır. Sultanların her türlü varidattan ve tabi ülke harçlarından aldıkları beşte bir payın ve hanedan haslarıyla hadika saraylarının gelirlerinin nakit bölümünü oluşturduğu bu efsanevi hazine, aynı zamanda saltanat mücevherleri ve takılar başta olmak üzere ihsan edilen kürkler, hil'atlar, zengin saray giysi ve kumaşları, değerli yazmalar, kutsal emanetler gibi saray için üretilmiş veya hediye olarak gönderilmiş her türlü sanat eserini de içeren bir koleksiyondu. Sarayın devlet hazinesinden ayrı olarak finanse edildiği bu ihtiyat hazinesi ve sanat koleksiyonu, devlet maliyesi sıkıştığında devreye girerdi. Günümüzde de Osmanlı hazinesinin teşhiri için kullanılan bu mekânlarda, sayısız murassa eser arasında dört taht (Bayramlaşma-Cülus, İtfariyye, Sefer ve Nadir Şah tahtları), Osmanlı hükümdarlık sembolü olan askı ve sorguçlar, Topkapı hançeri ve kaşıkçı elması en ünlüleridir. Hazinedarbaşı sorumluluğunda hazine koğuşu erkânıyla birlikte sultanların girebildikleri hazineden eşya yazılı olarak çıkar ve iade edilirdi. Kullanım hakkı hanedanda, ancak mülkiyeti millete ait olan bu hazineye sultanların zaman zaman ecdadlarından kalan ve kendi dönemlerinde konulan eserleri incelemek için girdikleri bilinir. Yabancı hükümdarlardan değerli hediyeler hazineye geldiği gibi, bu hükümdarlara aynı değerde hediyeler giderdi. Hazine envanterinin bir bölümünü sultanların kutsal yerler için gönderdikleri eserler oluşturmaktadır.
Enderun avlusunda sultanlara ait en önemli yapı, Hasoda'dır. 15.yüzyılda dörtlü bir geometrik planla yapılmış bu değerli yapı, sultanların saray selamlığındaki özel ikametgâhları idi. Arzhane, Aslanhane, Hasoda gibi bölümlere ayrılan bu mekânda sultan şehzadeleri başta olmak üzere enderun ağaları ile görüşür, eğlenir, divan vezirlerini zaman zaman kabul ederdi. Bu gelenek 17. yüzyıla kadar sürmüştür. Baştan başa çeşitli dönemlerin çinileriyle kaplanmış olan bu bina 19.yüzyıldan beri Kutsal Emanetlerin teşhiri amacıyla kullanılır. Yavuz Sultan Selim'in 16.yüzyıl başlarında Memluk İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, Mekke ve Medine'den Hz. Muhammed ve ilk halifelerin kutsal eşyalarını ve röliklerini Abbasi Halifeliği kanalıyla getirip Hazine ve Hasoda'ya aldırarak İslam halifesi olduğunu bildirmiştir. Osmanlı sultanları için ümmet esasına dayalı bir imparatorluğun yöneticisi olarak bu eserleri korumak ve onların temsil ettiği ideal uğruna yaşamak başlıca yönetim prensibi olmuştur. Bu eserler arasında Hz. Muhammed'in hırkası (Hırka-i Saadet), kılıçları, rölikleri, Sancak-ı Şerif, ilk halifelerin kılıçları, semavi dinlerin tarihlerinden gelen çeşitli eserler vardır. Bu eserler, Ramazan ayının onbeşinde bir saray töreniyle saraylılara, vezirlere ve harem halkına gösterilirdi. Enderun avlusuna ve Harem Dairesi yanındaki sultanların özel avlusu olan Sofa-i Hümayun Taşlığı'na açılan Hasoda'nın bakımında görevli 40 ağa enderun mektebinin en yüksek aşamasına gelmiş ve sultanla beraber olmaya hak kazanmış ağalardır.
Enderun avlusunun ağaların eğitim yeri ve ikametgâhı olan koğuşları ise kenarları sınırlamaktadır. Avluya revaklarla açılan ve içte küçük hol çevresinde koğuş ve hamam mekânlarına sahip olan bu koğuşların eğitim kademesine göre sıralanan bir düzeni vardı. Bab-üs Saade'nin yanlarında acemi ağalara mahsus Büyük ve Küçük Oda koğuşları, 17. yüzyılda II. Selim Hamamı'nın yıkılmasından sonra yapılmıştır. Günümüzde bu koğuşta padişah ve hanedana ait elbiseler sergilenmektedir. Hazine ile Hasoda arasındaki avlu kenarında ise kilerler ve hazine koğuşları bulunurdu. Sultanın her türlü yemek ve ikram hizmetlerini sağlayan bu koğuş, günümüzde müzenin idari bölümü olarak kullanılmaktadır. Bu koğuşlardan Hazine ve Hasoda Koğuşu, Enderun Hazinesi'nin korunduğu Hazine Koğuşu binası, günümüzde, Osmanlı İslâm minyatür, yazı ve hat gereçlerinin sergisinde kullanılmaktadır.
Enderun avlusunda ve özgün yapısıyla Fatih Döneminden kalan Ağalar Camii yer almaktadır. Burada enderun ağalarının yanı sıra olduğu kadar padişah da ibadet ederdi. 18.yüzyıldan kaldığı sanılan ve 17.yüzyıl Osmanlı çini sanatının zengin örneklerini içeren bu üç bölümlü yapı, bugün müze kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Enderun avlusunun koğuşları arasında sarayın IV. yeri olan iç bahçe ve kasır geçişleri gibi Harem'in Kuşhane Kapısı da bu avluya açılmaktadır. Burada ayrıca padişaha ait özel bir mutfak teşkilatı da yer almaktadır.
Sarayın, Sarayburnu'na bakan arka bölümünde sultanın ve ailesinin zevkine mahsus köşkler vardır. Hasoda ve Harem gibi, sarayın hanedanını ilgilendiren özel bölümlerden biri olan Sofa-i Hümayun terası üzerindeki mermer havuz, köşkleri birbirinden ayırmaktadır. Seyir köşkü olmalarının yanı sıra sohbet, giyinme ve kütüphane mekanları da olan bu köşklerden Sünnet Odası, özellikle cephesindeki renkli sırlarla göze çarpmaktadır. IV. Murad'ın Revan ve Bağdat fetihlerinin anısına yaptırdığı kubbeli ve eyvanlı çokgen köşkler ise Osmanlı klasik saray mimarlığının son örnekleridir. Revaklarla avluya açılan bu köşklerin cepheleri de çini kaplıdır. Eyvanlardaki sedirleri, kubbeli orta mekânlardaki mangalları ve görkemli çini süslemeye katılan tombak ocakları ile bu köşkler, sarayda sultanların yaşadıkları yeryüzü cennetinin somut örnekleridir. Sultan İbrahim'in yaz akşamlarında iftar ettiği terasta, tombak, baldaken kameriye ve havuza açılan mermer şahnişin gibi detaylara da yer veren bu lüks terasta, meşveret meclislerinin de kurulduğu bilinmektedir.
IV. yerin Marmara ve Sarayburnu'na bakan Lala (Lale) Bahçesi'nde ise Hekimbaşı Odası (Başlala Kulesi) yer almaktadır. Burası, başhekim sorumluluğunda bir ecza deposu ve dairesiydi. Sultanların sağlığından sorumlu hekimbaşıların denetiminde olan bu kuleden günümüze çok sayıda saray ve ilaç şişeleri kalmıştır. Hisarpeçeye oturtulan ahşap ve iki bölümlü Sofa Köşkü ise 18.yüzyıl ortasında Rokoko süslemesiyle bahçeye açılan bir divanhanedir. Özellikle sarayda "Halvet" ilan edilerek yapılan büyülü gece ve gündüz eğlencelerinde harem halkına da açılan köşk, altyapısı bir köşe burcu olan Bağdat Köşkü'ne hisarpeçe ile bağlanır. Bu alandaki bahçelerde sultanların bizzat yaptığı ve oyunları seyrettiği, IV. Murad'a ait ve Hekimbaşı Kulesi'ne dayalı bir taş tahttan anlaşılmaktadır. Bahçenin Marmara yönündeki mermer terasına ise 1850'lerin başlarında Mecidiye Köşkü yapılmıştır. Köşkün aynı üslupta serbest yükselen Esvap Odası ilginç bir detaydır. Bu köşkün tuğla kemerli altyapısının geçmişi Fatih Dönemi ve öncesine olsa gerektir. Bahçenin diğer bir yapısı ise, 19.yüzyıl ortasında Neoklasik üslupta inşa edilen Sofa Camii'dir. Bahçe, Sarayburnu yönündeki Hasbahçe'ye Balyanlar üslubunda iki kuleli bir kapıyla bağlanmaktadır.
HAREM
Topkapı Sarayı'nda Bab-üs Saade duvarı ile ayrılan idari ve özel bölümler Harem Dairesi için de geçerlidir. Bu duvar ekseninin devamında Harem'in Divan Meydanı yönündeki yapıları, kızlarağası yönetiminde ve haremağaları elindeki dış hizmet grubunun veya cariye olarak iç hizmet kadrosunun ikâmet mekânlarını oluşturur. Harem'in Karaağlar Taşlığı'na ve söz konusu ana duvara açılan Cümle Kapısı ise hanedan ve üst düzey saray kadınlarının yaşadığı esas Harem bölümüne ile bu bölüm Altınyol ile bağlanan ve Hünkar Sofası çevresinde dizilen, padişah ve şehzadelerin yaşadığı Harem'deki Selamlık bölümlerine açılır. Karaağa-cariye, Harem ve Selamlık bölümü olarak gelişen Harem'de yapı kronolojisini ortaya koymak, sarayın diğer bölümlerini açıklamak kadar kolay değildir. İslâm geleneğinin aileye kazandırdığı kutsallık ve gizlilik prensibi, Osmanlı sarayında en ulaşılmaz ve dramatik örneklerinden birini vererek haremin mimarî kuruluşu hakkında kaynaklar sunmuştur. Ancak tarihsel olaylar, kurumlaşma, mimarî üsluplar ve sarayın topografyası, harem yapılaşmasının 4 ana devirde gerçekleştiğini göstermiştir.
I- Fatih Sultan Mehmet ile Kanuni Sultan Süleyman Devri arasında 15.yüzyıl sonu 16.yüzyıl ortasındaki ilk dönem: Topkapı Sarayı'ndan önce Beyazıt'a yapılan İstanbul'daki ilk Osmanlı sarayı olan Eski Saray ile Topkapı Sarayı bu ilk dönemde Kadınlar Sarayı (Saray-ı Duhteran) denilen bir daireden oluşmaktaydı. Günümüzde bu daire değişmiş ve sonraki yapılaşma nedeniyle bağımsızlığını kaybetmiş durumdadır ve Baş Haseki dairesi adıyla bilinmektedir. Adalet Kulesi'nden itibaren Harem Cümle Kapısı, Başhaseki Dairesi, I. Selim Kulesi, Bağdat Köşkü ve Hekimbaşı Kuleleri gibi çıkmalar hisarpeçe üzerinden kule köşkleri halinde orta zaman kale-sarayları tarzında düzenli bir yapılaşma ortaya koymaktadır. Bu dönem Harem yapıları dış sofalı konut mimarisiyle uyum içindedir. İlk dönem alanı, 16.yüzyıl sonlarında üzerine padişah ve valide sultan daireleri ile cariye koğuşlarının yapılacağı bahçe duvarlarıyla sınırlanmıştı.
Geniş bir cariye ve hadımağası kadrolaşmasına gerek duyulmayan bu ilk dönemde, Harem'in Arabalar Kapısı ve Adalet yönünün Harem dışında serbest bir alan olduğu anlaşılmaktadır. Kuleyi Çinili Köşk'e bağlayan ve Büyük Biniş denilen at rampasının aksı ile kulenin serbest yükseldiğini kanıtlayan altyapısı da bu fikri desteklemektedir. İlk dönemin diğer bir önemli yapı grubu da Harem'in Hasoda yanındaki çıkışta yer alan Selamlık Dairesi olmalıdır. Hamamlı ve I. Selim Kulesi olarak adlandırılan kule-köşkün, şehzadelerin gözetimi altında baştan beri eğitim için ayrıldığı bilinmektedir. Bu alan 16.yüzyıl sonundan itibaren Şimşirlik Kafesi denilen ve bahçeleri de kapsayan Şehzadegan dairelerinin de çekirdeğini oluşturmuştur. Valide ve Gözdeler Taşlığı çevresindeki yapılardan oluşan bu ilk dönem yapılarının ilginç bir sürekli revak düzeniyle kuşatıldıkları anlaşılmaktadır.
II. Kanuni Sultan Dönemi: Bu dönem, haremin Topkapı Sarayı'na yerleşmesiyle, karizmatik bir kişiliğe sahip olan Haseki Hürrem Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman ile başlamıştır. 1520-30 yılları arasında Topkapı Sarayı genişledikçe niteliği de değişmiştir. Hürrem Sultan'ın Eski Saray'daki haremden çıkarak çocuklarıyla Topkapı Sarayı hareminde sürekli yaşaması; ailenin tüm ihtiyaçlarının da Topkapı Hareminde karşılanmasına yol açmıştır. Bu dönemde Topkapı haremine gelen karaağalar ve cariyeler için yan yana fakat ilişkisiz birer avlu çevresindeki iki koğuş düzeni, haremde hanedan yapılarının dışında, fakat onları kuşatacak, hatta koruyacak şekilde yapılmış olmalıdır. Bu yapılarının işlevsel olarak Kızlarağası Dairesi ile Cariye Hamamı'nı da içerdiği anlaşılmaktadır. Bununla bağlantılı olarak, haremin önemli bir unsuru olan Usta ve Kalfalar Dairesi de Fatih Döneminde yapılan Valide Taşlığı'nı Başhaseki Dairesi karşısında sınırlayan kanada taşınmış olmalıdır. Bu dönemde, Hürrem Sultan'ın konumuna uygun olarak Başhaseki Dairesi'ne ismini verdiği ve Kanuni'nin de III. Murad Döneminde yenilenecek olan haremdeki Hasodası'nı yaptırdığı anlaşılmaktadır.
III. III. Murad ve Nurbanu-Safiye Sultan Dönemleri: 16.yüzyıl sonunda Osmanlı sistemi gibi, harem kurumlaşmasının da sarayda tamamlandığı görülür. Geleneksel Türk-İslâm ailesindeki anaerkil yapının Osmanlı saray haremindeki gerçek ve değişmez görüntüsü Valide Sultan olmuştur. Nurbanu Sultan ve Haseki Safiye Sultan'ın çekişmeli ilişkileri içinde karizmatik iki figür arasında bocalayan III. Murad, bu gerilimli yönetimin Topkapı Sarayı Harem'inden idare edileceği bir yapılaşmaya gitmek zorunda kalmıştır. Topoğrafik şartlardan ötürü payeli bir strüktür üzerinde yükseldiğinden, dönemin klasik mimari anlayışına uygun bu zengin cephe yapıları, haremde güç paylaşımını da temsil etmektedir. Cariye koğuşları bu yeni yapılaşmayla görkemli dairelerin altyapıları olurken, eski Cariye Taşlığı, giderek ikbal ve diğer kadınefendilerin sade bir cephelemeyle de olsa manzaradan, yani haremde odaklanan iktidardan pay alabildikleri bir kimliğe bürünmüştür. Haremde gerek cephede, gerekse Valide Taşlığı'ndaki konumuyla merkez durumundaki Valide Sultan Dairesi perspektif ve cephe açısından sarayın en detaylı yapısıdır. Bir cephe kademesiyle kadınefendi dairelerinden ayrılan Valide Sultan Dairesi, hünkar hamamları sistemi ile mekânsal açıdan Hünkar Sofası ile başlayan Sultan ve Selamlık dairelerine bağlanırken, cephede de anıtsal bir revakla vurgulanmıştır. Valide Sultan Dairesi bu mekânsal önemini tarihte korumuş, Kadınlar Saltanatı denilen ve Valide Sultanların naibe oldukları 17.yüzyılda siyasi olayların sahnesi olmuştur.
Mimar Sinan ve Davud Ağa gibi başmimarlar elinde klasik Osmanlı zenginliğinin ve sanatının kudreti, Hünkar Hamamları ve Hünkar Sofası ile temsil edilmiştir. Harem ve sarayın en büyük tören, kabul ve eğlence salonu olan bu kubbeli klasik yapının daha sonraları değişmiş olan bir cephe görüntüsü ve iç dekoru vardır. Bu sofanın yanındaki III. Murad Hasodası ise, bir Mimar Sinan yapısı olarak Osmanlı klasik mimarisinin, Osmanlı mantık ve estetiğinin ulaştığı denge ve simetrinin canlı bir örneğidir. Osmanlıların üretebildikleri en zengin çinilerle kaplanmış olan iç mekândaki kubbeli yapı, altyapıya yerleştirilen bir havuzla dengelenmektedir. Böylece mekân ve cephede yaratılan padişah, valide sultan ve kadınefendi hiyerarşisiyle, harem kurumlaşmasının değişmez esasları oluşturulmuştur. Klasik mantıkla yaratılan bu rasyonel mimarî düzenleme, harem bahçesindeki büyük havuz ile sürdürülür. Saray sisteminin ve harem hiyerarşisinin Topkapı Sarayı'na yerleştiği bu devrin diğer bir kompleksi de Şehzadegân Dairesidir. 16. yüzyılda Anadolu ve İran'la tehlikeli gelişimler gösteren şehzadelerin saray ve kendi aralarında giriştikleri iktidar kavgaları, sancak beyi olarak tayin edilen şehzadelerin bu dönemde hareme alınmalarına neden olmuştur. Ayrıca Fatih Kanunnamesi'nde devletin devamı için şehzade katline izin verilmesi nedeniyle kamuoyunda saraya karşı oluşan muhalefet de şehzadelerin harem ve hanedan içinde gözetim altında yaşatılmalarını gerektirmiştir. 16.yüzyıl sonlarında haremin devlet üzerindeki otoritesi protokoler cephe yapılarıyla vurgulanırken, ilk dönem haremin özü olan Altınyol, Başhaseki Daireleri üzerine de girift Şehzadegân dairesi yapılmış, bu sistem hamamlı I. Selim'in Kulesi'nin yanı sıra harem bahçesinden kazanılan Şimşirlik bahçelerindeki yapıları da kapsamış haremin dramatik tarihinin sembolü ve en geniş dairesi olmuştur.
15-17. ve 18.yüzyıllar: Bu dönemlerde, 16.yüzyıl sonunda hızlı bir iç dinamikle tamamlanan harem yapılarının ek bölümleri kurumsal zorunluluktan değil, çok harem halkının kalabalıklaşması ve yangınlar nedeniyle oluşmuştur. Sonraki yapılaşmanın sembolik nedeni, bir hükümdarlık sembolü olarak sultanların sarayda Hasoda yaptırma geleneğidir. Bu dönemde oluştuğu bilinen bir yapı grubu da haremin hastane avlusu civarıdır. Bu devirde ayrıca valide sultanların artan gücüyle orantılı olarak dairenin üst katına odalar eklenmiştir.
18.yüzyılda batının yaşayış ve sanat üzerindeki etkisi doğaya ve hafifliğe daha fazla yer veren Barok ve Rokoko dekorasyon uygulamaları-ilkin III. Ahmed'in Hasodası'ndaki (Yemiş Odası) natürmort tasvirli panolarda görülmektedir. Yüzyıl ortalarında ise sultanlar, zenginleşen ve hafifleyen bir Rokoko romantizmini yaptırdıkları köşklere ve iç dekorasyona yansıtmışlardır. Klasik dönemin cepheye çıkma yapan Hazine Odası ve yanındaki Hasoda, I. Abdülhamid Döneminde aynı dekorasyonla kaplanırken, I. Selim Kulesi kısmen yıkılarak yerine konak görünümündeki ahşap Mabeyn ve İkballer Dairesi yapılmıştır. Tarihte Şimşirlik Alanı olarak dramatik bir karaktere sahip olan bölge, 18.yüzyılda hanedanın serbest yaşantısına açılmış ve şehzadelere çifte kasırlar verilmiştir.
Harem yapılarında değişik sanatsal üsluplar göze çarpmaktadır. Osmanlı siyasetini, kültür ve sanatını olduğu gibi gösteren Topkapı Sarayı nadir bir müze örneğidir. Klasik hiyerarşi, güç ve anlamlı bir ihtişam döneminin sembolü olan Topkapı Sarayı, Rokoko eklerle ömrünü tamamlarken, yerini Tanzimat Dönemi Boğaziçi saraylarına bırakmıştır.
AĞRI İSHAK PAŞA SARAYI
İshak Paşa Sarayı, saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Topkapı Sarayı'ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsüdür.
Doğubeyazıt İlçesi'nin 5 km. doğusunda, bir dağın yamacındaki tepe üzerine kurulan Saray, Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devrindeki son büyük anıt yapısıdır. 18. yy. Osmanlı mimarisinin en belirgin ve seçkin örneklerinden olduğu kadar, sanat tarihi yönünden de değeri büyüktür. Sarayın Harem Dairesi Takkapı kitabesine göre yapılış tarihi Hicri 1199, Miladî 1784'tür.
Saray binasının bulunduğu zemin vadi yakası olduğundan, kayalık ve sert bir yerdir. Eski Beyazıt şehrinin merkezinde olmasına rağmen, bu yapının üç tarafı (kuzey, batı, güney) dik ve meyillidir. Sadece doğu tarafında müsait bir düzlük vardır. Sarayın giriş kapısı buradadır. Aynı zamanda en dar cephesidir.
Saray, kalelerin özelliğini kaybettiği; ateşli silahların bulunduğu bir çağda yapıldığından, doğu yönündeki tepelere karşı müdafaası zayıftır. Cümle kapısı müdafaa bakımından en zayıf noktasıdır. Cümle kapısı bölümü, İstanbul ve Anadolu'da kurulan saraylarınkinden farksız olup, taş işçiliği ve oymacılığı yönünden muntazamdır.
Türklere özgü tarihi saray örnekleri bugün ülkemizde pek az sayıda kalmıştır. Bunlardan biri de İshak Paşa Sarayı ve Külliyesi'dir.
İshak Paşa Sarayı şu mimari bölümlerden meydana gelir:
1- Dış cephe,
2- Birinci ve ikinci avlu,
3- Selamlık dairesi,
4- Cami binası,
5- Aşevi (Darüzziyafe),
6- Hamam,
7- Harem dairesi odaları,
8- Merasim ve eğlence salonu,
9- Takkapılar,
10- Cephanelik ve erzak odaları,
11- Türbe binası,
12- Fırın,
13- Zindan,
14- İç mimariden bazı bölümler (kapılar, pencereler, dolaplar, şerbetlikler, şömineler vs.)
Saray Osmanlı, Fars ve Selçuklu uygarlığının mimari üslubunu bünyesinde toplayan bir özellik taşır. Cildıroğullarından II. İshak Paşa ile Çolak Abdi Paşa'ca 1685'te yaptırılan saraya, 1784'te son şekil verilmiştir. Yapı yaklaşık olarak 115x50 m. ölçülerinde bir alana kurulmuştur. Kesme taştan yapılan sarayın doğu cephesindeki portali kabartma ve süslemeleriyle Selçuklu sanatının özelliklerini yansıtır.
Saray iki avlu ve bu avluda bulunan yapılar topluluğundan meydana gelmiştir. Birinci avludaki yapıların bazıları yıkılmıştır. Dört tarafı yapılarla çevrili ikinci avlu dikdörtgen planlıdır. Girişe göre sağ tarafta selamlık ve onun arkasında haremlik vardır. Bunların sonunda cami ve türbe bulunmaktadır. Türbe Selçuklu kümbet mimarisi üslubunda inşa edilmiştir. Saray bölümü iki kattan oluşmaktadır. 366 oda da bu iki kat içinde yer almaktadır. Her odada taştan yapılmış ocaklar vardır. Taş duvarlardaki boşluklar bütün yapının merkezi bir ısıtma sistemine sahip bulunduğunu göstermektedir. Divan salonu 20x3 m. boyutlarındadır. Duvarları ve tabanı taştandır. Duvarları Türk hat sanatının örnekleriyle, sülüsle yazılmış ayet ve beyitlerle süslüdür. Burada yer alan "İshak meram üzere kerem kıldı cihanı-Binyüzdoksandokuz buna oldu tarih" beytinden sarayın miladî 1784 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. Sarayın ikinci avlusundaki türbe, kesme taştan yapılmıştır. Bu sekizgen türbe, Selçuklu türbe mimarisi geleneğinin tipik örneği olan kümbet şeklindedir ve iki katlıdır. Duvarları geometrik motiflerle süslüdür. Bu türbede Çolak Abdi Paşa, İshak Paşa ve yakınları yatmaktadır.
Küçüksu Kasrı
Küçüksu Kasrı’nın bulunduğu Boğaziçi’nin bu şirin yöresinde, yerleşim tarihi Bizans Dönemine dek inmektedir. Osmanlılar Döneminde de ilgi çeken ve “Kandil Bahçesi” adıyla padişahın has bahçelerinden biri olarak kullanılan Küçüksu ve çevresini IV. Murad’ın (1623-1640) çok sevdiği ve buraya “Gümüş Selvi” adını verdiği bilinmektedir.
17. yüzyıldan başlayarak çeşitli kaynaklarda “Bağçe-i Göksu” adıyla geçen yörede, özellikle 18. yüzyıldan başlayarak yoğun bir yapılaşma izlenmektedir. Sultan I. Mahmud Döneminde (1730-1754) Divittar Mehmed Paşa, padişah için bu Hasbahçe’nin deniz kıyısına iki katlı ahşap bir saray yaptırmış, bu yapı III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) dönemlerinde de onarılarak kullanılmıştır.
Sultan Abdülmecid Dönemi (1839-1861), özellikle saray ve kasır mimarlığında batılı biçimlerin tercih edildiği yıllardır. Abdülmecid, Dolmabahçe ve Ihlamur yapılarında uygulattığı yenilikleri, Küçüksu Kasrı’nda da uygulatmış, eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü kasrı yaptırmıştır.
1857 yılında hizmete giren yeni Küçüksu Kasrı’nın mimarı Nikogos Balyan’dır. Bodrumuyla birlikte üç katlı olan kasır, 15x27 m.lik bir alan üzerine yığma tekniğiyle ve kargir olarak yapılmıştır. Bodrum katı kiler, mutfak ve hizmetçilere ayrılmış, diğer katlarsa bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir. Bu özelliğiyle geleneksel Türk evi plan tipini yansıtan yapı, genellikle dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan bir “biniş kasrı” niteliğindedir.
Devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde kapısı olan ve döküm tekniğiyle yapılmış zarif demir parmaklıklarla çevrilidir. Abdülaziz Döneminde (1861-1876) cephe süslemeleri elden geçirilen yapı, zaman zaman çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmış, ancak bu arada eski saraydan kalan ve çeşitli işlevlerdeki ek yapılarını yitirmiştir.
Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesinde, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzunda, merdivenlerinde çeşitli batılı süsleme motifleri kullanılmıştır. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, bu iş için Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiştir.
Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki Küçüksu Kasrı, Cumhuriyet Döneminde de bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış ve günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmıştır.
1994 yılında kapsamlı ve çağdaş bir restorasyon gören Küçüksu Kasrı, halkın ziyaretine açık tutulmakta, hemen yanıbaşındaki iskeleyi, çeşme meydanını ve özgün bahçesini tarihsel ve eskiden olduğu gibi halkın eğlenip dinlenebildiği bir mesire kimliğine kavuşturma çalışmaları sürmektedir. Bu çalışmalar sona erdiğinde, yapının bahçesi diğer saray, köşk ve kasırlarımızda olduğu gibi ulusal ya da uluslararası nitelikteki resepsiyonlara ayrılacaktır.
Aynalı Kavak Kasrı
Üç yüzyıl boyunca Haliç kıyılarını süsleyen ve günümüzde Aynalıkavak Kasrı adıyla tanınan yapı, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde “Ayanalıkavak Sarayı” ya da “Tersane Sarayı” olarak bilinen yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örnektir.
İstanbul’u tanıtan tarihsel kaynaklardan, yörenin Bizans Döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeri olduğu anlaşılmaktadır. Haliç kıyılarından Okmeydanı ve Kasımpaşa sırtlarına doğru gelişen bu büyük bağ ve koruya; İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak padişahlar da ilgi göstermiş ve Osmanlı İmparatorluk Tersanesi’nin Kasımpaşa’da kurulup gelişmeye başlamasıyla birlikte yöreye “Tersane Has Bahçesi” adı verilmiştir.
Buradaki yapılaşmaların tarihi, Sultan I. Ahmed Dönemine (1603-1617) dek inmektedir. Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahların yaptırdığı kasırlarla gelişen ve “Tersane Sarayı” olarak anılan bu yapılar topluluğu; 17. yüzyıldan başlayarak “Aynalıkavak Sarayı” olarak da adlandırılmıştır.
Saray bütünü içinde yer alan ve Sultan III. Ahmed Döneminde (1703-1730) yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, Sultan III. Selim Döneminde (1789-1807) yeniden düzenlenmiş ve bugünkü görünümünü kazanmıştır. Yapı; Divanhanesi, Beste Odası ve bu mekânların pencerelerini dolanan Yesarî’nin talik hattı ile yazılmış, Kasrı ve III. Selim’i öven, dönemin tanınmış şairleri Şeyh Galib ve Enderunî Fazıl’a ait şiirleriyle 18. yüzyıl mimarlık örnekleri arasında özel bir yer almaktadır.
Deniz cephesinde iki, kara cephesinde tek katlı kütlesiyle Osmanlı klasik mimarlığının son ve ilginç yapılarından biri olan Kasır; süsleme açısından da çağının beğenisini yansıtmakta, özellikle besteci Sultan III. Selim Dönemi kültürünün pek çok öğesini bünyesinde barındırmaktadır. Öyle ki, bu kültürün başlıca simgeleri olan sedir ve sedirimsi kanepe, mangal kandil gibi mobilyalarla döşeli olan odalar, bugün yok olmuş bir yaşam biçiminin görünümlerini sergilemektedir. Günümüzde bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulan Aynalıkavak Kasrı’nın zemin katı, Sultan III. Selim’in besteci özelliği de göz önünde tutularak, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan görsel kaynaklar ve kimi kurum ve kişilerin armağan ettiği çalgıların bir araya getirilmesiyle “Türk Çalgıları Sergisi” mekânına dönüştürülmüştür. Kasrın bahçesindeyse, özellikle yaz aylarında konuklara yönelik kafeterya hizmetleri, klasik Türk Sanat Müziği örneklerinin seslendirildiği Aynalıkavak Konserleri ile ulusal ve uluslararası nitelikte resepsiyonlar verilmektedir.
Ihlamur Kasırları
Beşiktaş, Yıldız ve Nişantaşı arasında kalan Ihlamur Vadisi’nin 18. yüzyılda Hacı Hüseyin Bağları adıyla tanınan bir mesire yeri olduğu bilinmektedir. Sultan III. Ahmed Dönemi’nde Padişah’a ait bir “Has Bahçe”ye dönüştürülmesine karşılık 19.yüzyılın ikinci yarısına kadar "Hacı Hüseyin Bağları" olarak bilinen bu alan, I. Abdülhamid (1774-1789) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde de ilgi çekmiştir.
Sultan Abdülmecid’in (1839-1861) Osmanlı tahtına geçmesiyle birlikte yeni yapılaşmalara gidilmiş,Beşiktaş’ta Dolmabahçe Sarayı, Küçüksu Kasrı ve Ihlamur Mesiresi’nin bulunduğu bu alanda da Ihlamur Kasırları’nın yapımına başlanmıştır.
Sultan Abdülmecid Ihlamur Mesiresi’ne bugünkü kasırları yaptırmadan önce de sık sık gelir ve buradaki yalın ve küçük bağ evinde dinlenir; kimi konukları bu arada ünlü Fransız ozanı Lamartine’i burada kabul ederek görüşürdü.
Yüksek çevre duvarlarının sınırlandırıldığı 24.724 m2 lik ağaçlı bir alan içindeki Nikogos Balyan’ın yaptığı bu iki yapı; yapıldıkları 1849-1855 yıllarından bu yana kimi zaman "Nüzhetiye" kimi zaman da "Ihlamur Kasırları" adıyla anılagelmiştir.
Törenler için düşünülen ve kullanılan Merasim Köşkü: Ön cephesindeki dönemin beğenisini yansıtan Barok çizgiler taşıyan merdiveni, ilginç ve hareketli kabartmalarıyla çarpıcı bir mimarlığa sahiptir. İç süslemelerinde; Osmanlı sanatında 19. yüzyılda tercih edilen motifler ve kalem işleri kullanılmış, Avrupa’nın çeşitli üsluplarındaki mobilyalar ve döşeme öğeleriyle belirli bir bütünlük sağlanmıştır.
Padişahın maiyeti, kimi zaman da haremi tarafından kullanılan Maiyet Köşkü ise; diğerine oranla daha küçük ve daha yalındır.
Sultan Abdülmecid’in genç yaşta ölümünden sonra, Abdülaziz de (1861-1876) ağabeyinin sevdiği bu yapılara ve çevreye fazla önem vermemekle birlikte ilgi göstermiş, meraklı olduğu horoz ve koç döğüşüyle güreşlerin bazılarını bu bahçede yaptırmıştır. Sultan Mehmed Reşad’ın da (1909-1918) zaman zaman kullandığı yapıda, İstanbul’u ziyaret eden Bulgar ve Sırp kralları ağırlanmıştır.
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 1966 yılında TBMM Milli Saraylar bünyesinde katılan Ihlamur Kasırları’nın Merasim Köşkü bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulmakta, Maiyet Köşkü ve bahçenin bir bölümünde kafeterya hizmetleri yapılmakta ve bu bahçede, diğer saray ve kasırlarımızda olduğu gibi, ulusal ya da uluslararası resepsiyonlar verilebilmektedir. Öte yandan yine bahçede, yakın bir geçmişe dek lojman olarak kullanılan Cumhuriyet Dönemi yapısı da, müze-sanat ilişkisini kuran yeni işleviyle özellikle çocukların, güzel sanatlardaki becerilerini geliştirene resim, heykel ve tiyatro çalışmalarını sürdürdükleri mekânlar olarak değerlendirilmiştir.
Şale Köşkü
İstanbul'da Yıldız Sarayı Arazisindedir. Alman İmparatoru II. Wilhelm'in üç ziyaretinde ağırlandığı bir yapıdır.
II. Abdülhamit'in isteği üzerine üç bölüm halinde (1878-1880, 1889, 1898) inşa edilmiştir.
İki katlı köşkte 60 Oda, 9 banyo, iki hamam vardır.
Sarkis Balyan, Nikolaki Kalfa, R. d'Aranco gibi mimarlar görev almıştır
Şerifler Yalısı
İstanbul Boğaziçi'nde Emirgan sahilindedir. Barok üslupta yapılmış tipi bir Türk yalısıdır. 1782 yılında yapılmıştır. Harem dairesi yıkılmıştır. Günümüze yalnızca selamlık bölümü ulaşmıştır.
Divanhanesinde güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Kalemişi tavan ve dolap süslemeleri ve duvar resimleriyle ünlüdür
Hazeranlar Konağı
Amasya'dadır. 1865 yılında defterdar Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılıp ablası Hazeran Hanım'a armağan edilmiştir. Üç katlıdır. Selamlık, harem ve hayat bölümleriyle tipik bir Osmanlı Konağı'dır.
Tavan ve dolap kapaklarının bezemeleri, ocakları ve rafları dikkat çekici güzelliktedir. 1984 yılında müze olarak düzenlenmiştir.
Kundupoğlu KonağıGeniş bir bahçe içinde yer alan iki katlı ev 18.yüzyılda Trabzon'un en iyi Türk evi örneğini teşkil ediyordu. Dış duvarlar moloz taş, iç duvarlar bağdadi ve ahşaptır. Girişi doğudaki yarım daire şeklindeki merdivenle sağlanıyordu. 1. katta girişten sonra sofaya geliniyordu. Bu dış sofa dört odaya açılıyordu. Bu kattan günümüze yalnız doğuda ki oda kalmıştır. Onunda iç düzeni büyük değişikliklere uğramıştır. 2. katta sofaya dıştan ahşap bir merdivenle çıkılıyordu. Merdivenden sonra açık bir sofa bulunuyordu. Bu sofada dört odaya geçit veriyordu. Sofadan sonra sağdaki oda evin en süslü odasını teşkil ediyordu ki bugün bu oda da değişikliğe uğramasına rağmen mevcuttur. Bu odadaki ocak ve duvardaki şerbetlikler; alçı ve ahşap oymacılığın iyi örneklerini teşkil ederler. Ayrıca duvarlarda kalem işi çiçek resimleri bulunmaktadır. Pencerelerde vitraylar vardır.
İstanbul Selimiye Camisi duvarında bir kuş köşkü. XX yüzyıl başı
Safranbolu
SAFRANBOLU'NUN YERİ, KOMŞU İL, İLÇE, KÖYLERİ VE MAHALLELERİ
Safranbolu, Kuzeybatı Karadeniz Bölgesi'ndedir. Koordinatları 41° 16' kuzey enlemi, 32° 41' boylamıdır. Karadeniz'den kuş uçumu 65 km. içeridedir. 1995 yılında Karabük'ün il yapılmasıyla, Karabük'e bağlanmıştır. Yeni yönetim düzenine göre komşu iller: Bartın ve Kastamonu; komşu ilçeler: Ulus, Eflani, Araç, Ovacık'tır. 59 köyü olup bazı komşu köyleri: Bulak, Gayıza (İncekaya), Tokatlı, Danaköy, Yazıköy, Konarı, Yörük (Yürük), Akören(Akveren), Oğulören (Oğulveren), Davutobası, Bostanbükü, Çerçen, Hacılarobası, Karıt, Başköy, Kılavuzlar, Kapullu'dur. Ovacuma ise bucak merkezidir. Yürük Köyü çok eskiden beri özellikle İstanbul'da fırıncılıkta çalışan insanları ve büyük evleri ile Safranbolu yakınında önemli bir merkezdir. Safranbolu'nun 1995 yılına göre 20 mahallesi olup isimleri: Akçasu, Babasultan, Bağlarbaşı (Bağlar), Çavuş, Çeşme, Cami-i Kebir, Hacıhalil, Hüseyin Çelebi, Musalla, İsmetpaşa, İzzetpaşa, Karaali, Kirkille, Aşağı Tokatlı, Barış, İnönü, Yeni Mahalle, Cemal Caymaz, Emek, Esentepe’dir. Kıranköy önce Misak-ı Milli Mahallesi olmuş, 1975'ten sonra da Barış ve İnönü olarak iki mahalleye ayrılmıştır.
TARİHÇE
Safranbolu çevresi Paleolitik Çağ'dan beri bir yerleşme yeri olmuştur. Eflani çevresinde üç büyük höyük bulunmaktadır. Homeros’ta bu bölge Paflagonya olarak geçer. Pers ve Helenistik dönemlerini yaşadıktan sonra Roma, Bizans döneminde yoğun bir yerleşme alanı olmuştur. Safranbolu - Eflani bölgesinde 24 tümülüs, çeşitli kaya mezarları, kabartmalar, Safranbolu güneyinde Sipahiler Köyü'nde bir Roma tapınağı sayılabilir. Safranbolu içinde Roma ve Bizans Çağları’na ait eser yoktur. Bu dönemdeki adı da belli değildir. Leonard, Safranbolu'nun eski Germia olabileceğini, Ainsworth ise Zafaran Bolı'nin eski adının yine safran kenti anlamında Flaviopolis olduğunu söyler. Osman Turan Türkler almadan önce kentin adının Dadybra olduğunu yazıyor
Türkler'in Anadolu'ya gelmesinden sonra Safranbolu tarihi, Kastamonu tarihine bağlı olarak gelişir. Bu bölge ilk önce Danişmentliler zamanında Türklerin eline geçmiştir (12.yy başı). Sonra tekrar Bizans'a geçmiş, 13. yy başlarında Çobanoğulları burada yerleşmiştir. Çobanoğulları önce Selçuklulara sonra İlhanlılara bağlı kalmıştır. 13.yy sonlarında eflani'de kurulan Kayı Boyu'ndan Candaroğulları Beyliği de burada önce Selçuklulara sonra İlhanlılara bağlı olarak yaşadıktan sonra 15.yy başlarında kısa bir süre bağımsız olmuş, sonra Osmanlılara bağlı kalarak 1461 yılına kadar egemenliğini sürdürmüştür. Kentin o dönemdeki adının Zâlifre veya Zalifra olduğu sanılıyor. Safranbolu'da Candaroğulları döneminden Eski Cami, Süleyman Paşa Medresesi ile Eski Hamam kalmıştır. Bütün bu dönemlerde ve daha sonra Osmanlı döneminde merkez hep Kastamonu olmuştur. Safranbolu, Candaroğulları döneminden başlayarak Osmanlı döneminde de uzun bir süre Taraklı Borlu adıyla anılmıştır. 18.yy'dan itibaren önce Zağfiran-Borlu sonra Zağfiranranbolu adı da kullanılmaya başlanmıştır. Rumlar ise Safranpolis veya Teadorapolis demişlerdir.
Safranbolu'nun Osmanlı dönemindeki geçmişine ait yayınlar pek azdır.Tarihî yapılarına bakarsak bazı isimler ortaya çıkıyor. Bunlardan Cinci Hoca, Köprülü Mehmet Paşa, İzzet Mehmet Paşa, Safranbolu'da eserler bırakmışlardır.
YAPI MALZEMESİ KAYNAKLARI
Taş
Civardaki kalkerler yapı taşı olarak kullanılmıştır. Bu sert mavi kalkerlerden iyi cins kireç yapılır. Küfünk denilen gözenekli hafif bir taş ahşap çatkı dolgusu ve testere ile kesilerek baca yapımında kullanılmıştır.
Ker***
Genel olarak her topraktan ker*** yapılmıştır. Özel olarak Köprücek’ten gelen topraktan yapılan ker*** beğenilirdi.
Kiremit
Çerçarı, Bostanbükü köyleri ve Çamlıca mevkiinde elde yapılmış ve pişirilmiştir.
Ahşap
Safranbolu evlerine baktıkça çok iyi nitelikte ve bol ahşap kullanıldığını görüyoruz. Bu bölgede bugün toplam alanın yarısında fazlasını ormanlar kaplar. Eski devirde bu oranın daha çok olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Bugün Karabük Orman İşletmesi alanında ağaçların %38’i köknar, %30'u kayın, % 20'si çam, % 9'u meşedir.Yapıda kullanılan ağaçlar köknar ve çamdır, çok az ceviz ve kavak da kullanılmıştır. Ev için ağaç siparişi orman köylerine veriliyordu.Gayıza, Tokatlıköy, Danaköy, Karaevli, Susundur, Arıcak, Başköy gibi dağ köyleri kestikleri ağacı balta ile yontup katırların iki yanına iple bağlayarak sürüklerler.
Daha kalın ağaçları ise öküzler taşır. Tahta el bıçkısı ya da su hızarlarında kesilir. Danaköy’de 20.yy'ın ilk yarısında 3 su hızarı vardır.
Bağlayıcılar
Kireç: Gayıza başında ormanda yakılır. Çevredeki mavi kalkerler iyi kireç verir.
Çamur harcı: Her cins topraktan ker*** hamuru gibi hazırlanır.
ÖNEMLİ TARİHİ YAPILAR
Safranbolu içinde Bizans dönemine ait yapı kalıntısı henüz bilmiyoruz. Kıranköy’deki Aya Stefanos (Hagios Stephanos) Kilisesi (Ulucami) belki de Theodora tarafından yaptırılmıştır. Eski camii bir bizans kilisesinden değiştirilmiş olabilir. Türklere ait kalıntılar Candarogullları döneminden başlamaktadır. Bu yapılar zaman içinde değişimler geçirmişlerdir. Burada yalnız en önemlileri sayarsak;
Dini Yapılar
Camilerin sayısı 30 kadardır. En eskisi Candaroğulları devrinden Süleyman Paşa Camii (Eski Cami)'dir (14.yy) Daha sonra en önemlileri Köprülü Mehmet Paşa Camii (1662), İzzet Mehmet Paşa Camii (1796), Dağdelen Camii (1768), Kazdağlı Camii (1779)’dir.
Eğitim Yapıları
Süleyman Paşa Medresesi'nin (14.yy) bugün yalnız temelleri kalmıştır.
Sosyal Yapılar
Cinci Hoca Kervansarayı (Cinci Hanı, 17.yy), Eski Hamam (14.yy), Yeni Hamam (17.yy), ayrıca 100 kadar çeşme 15 kadar köprü vardır.
Bu yapılara bakarak Safranbolu'nun 14. yy'da önem kazandıgı, 17 yy’dan 18. yy sonuna kadar bazı devlet adamlarından ilgi gördüğünü ve 18.yy'dan beri de kendi ekonomik gücünün artmasıyla 20 yy’ın ilk Çeyreğine kadar küçük cami ve özellikle çeşme olarak pek çok yapı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Yalkın, 1940’ta Şehir’de 1766, Bağlar’da 1075 ev olmak üzere 2841 ev sayıyor. Rumlar ticaret, kunduracılık, terzicilik, duvarcılık, taşcılık yaparlar ve Türkçe konuşurlardı. Yazlık evleri yoktu. Mubadelede Yunanistan’a gitmişlerdir (1924). 1965 sayımında Şehir’de 1140, Kıranköy’de 249, Bağlar’da 912 olmak üzere 2301 ev vardır.
Safranbolu’daki nüfus sayımları şöyledir:
YılNüfusYılNüfus1890-19007500-800019659771193555711970124681940 532719751470019455164198019440195053881985224041955615519902435119607352199 731387
19. yy. sonundaki nüfus sayımından önceki nüfus ve özelliklerini bilmiyoruz. Kentteki anıtların dağılışına göre önce kale içi ve çevresinde olan yerleşmenin giderek artığı, vadiyi doldurduğu, güvence ve refahın artmasıyla da bağların yazlık mahallelere dönüştüğünü söyleyebiliriz. Eskiden de herhalde nüfus on bini aşmamış olmalıdır.
Eski dönemde beyler, yöneticiler, Rumlar dışında homejen bir toplum olduğu söylenebilir. Yüksek gelir düzeyi ve devrin kapalı ekonomisi bunu sağlıyordu. Her ailenin iki evi olması bunu kanıtlıyor. Üretim ve ticaret bir lonca düzeni içinde birbirini denetliyor ve destekliyordu. Lonca kalktıktan, ekonomik düzen bozulmaya başladıktan, Demir Çelik Fabrikası da kurulduktan sonra sosyal sınıflar ortaya çıktı. Bugünkü sınıflar nüfüsa göre şöyledir. İşçiler %37, memurlar %20, küçük esnaf %11 zenaatçı %8, tacir %4, çiftçi %1, diğerleri %19.
Safranbolu çevresinde bazı yürük köyleri vardır. Bunların başlıcaları Yürük, Hacılarobası, Davutobası’dır. 1935’lerde yerleşmiş diğer yürüklerin dışında göçebe olanlar (tahtacı ve çepniler) da vardır. Ayrıca Kürtler ve Zazalar da göçebe olarak çevrede yaşarlardı.
Folklor
Safranbolu bölgenin en güçlü folklor varlığına sahiptir. Gelenekleri, töreleri, masalları, türkü, müzik ve oyunları, ayrı ayrı incelenmeye değer konulardır. Bütün bu folklor öğelerinin arkasında Türk toplumunun özelliklerini görürüz.
EKONOMİ
Safranbolu evlerini incelerken evlerin büyüklüğü, düzgün, sağlam yapılışı, iç düzenlemenin zenginliği, geniş, bol meyveli, içinde havuzu, havuzlu köşkü olan bahçeleri her ailenin yazlık - kışlık iki evi olması insanlarının güngörmüşlüğü, inceliği, saygınlığı bizi Safranbolu'daki bu zenginliğin nedenlerini araştırmaya iter.
Tarım
Kent içinde kapalı ekonomi sonucu herkes kendi yiyeceğini kendisi üretir. Bunlar sebze, meyve ve mevsimlik hazırlanarak saklanabilen yiyecek maddeleridir. Bunun dışında dışarıdan et, yağ, şeker satın alınır. Safranboluluların çok büyük bir bölümünün kent çevresinde tarlaları vardır. Şimdi Demir Çelik Fabrikalarının bulunduğu alanda da eskiden çeltik tarlaları vardı. Buğday, arpa, pirinç ve saman ortakçıya verdiği bu tarlalardan gelirdi.
Safran:
Kentin adı "Safran"la başladığına ve bugün bile yetiştirildiğine göre safrandan biraz daha ayrıntılı söz etmek doğru olur. Süsengillerden (iridaceae) safran (Crocus sativus L.), soğanlı, çiğdeme benzer, eflatun-mor çiçekleri olan bir bitkidir. Eylül-ekim aylarında çiçek açar.Dişi organın tepecikleri gün doğarken toplanır. Dikildikten bir yıl sonra çiçek açar. İki yıl çiçeği toplanır sonra sökülür. Yüz bin çiçekten toplanan tepeciklerin ağırlığı ancak 1 kg olur.
Kullanılışı: Kokusuz boyar madde olması ve ilaç etkisi nedeniyle eczacılıkta, boyacılıkta ve yemeklere katkı maddesi olarak kullanılır. Boya olarak kendi ağırlığının yüz bin katı suyu boyayabilir.
Tarihçe: Homeros ve Hippokrates safrandan söz ediyor. İran ve Keşmir'de uzun yıllardan beri yetiştirilmiştir. Moğollar Çin'e, Araplar İspanya'ya, Haçlılar Avrupa'ya yaymışlar. Eski Yunan ve Roma'da kokusu ve ilaç etkisi nedeniyle çiğneniyor. Boya olarak kullanılıyor.
Yetiştiği yerler: İspanya, Fransa, Sicilya, Apenin etekleri, İran ve Keşmir'dir. Türkiye'de İstanbul, İzmir, Safranbolu, Adana, Birecik'te yetiştirilir. Safranbolu'da üç köyde (Akveren, Oğulveren, Davutobası) bir kaç aile bu işle uğraşmaktadır.
Ekonomi: Safranın yüzyıl başında ekonomik değerinin ne olduğu hakkındaki belgeler henüz pek bilinmiyor. 19.yy sonunda Safranbolu'da ekim ayında toplanan safranın Suriye ve Mısır'a ihraç edildiğini biliyoruz. 1923'te 3200 Osmanlı lirası değerinde safran İstanbul ve Ankara'ya ihraç edilmektedir. Türkiye'de yetişen safran bugün yurt ihtiyacını karşılayamamakta, dışarıdan ithal edilmektedir.
Hayvancılık
Kent içinde her evde genellikle bir inek vardır. Sütü için beslenir. Sabahları hergele denilen sürünün çobanı hergeleciye verilir. Çevrede en çok beslenen hayvan tiftik keçisidir. Sütten yoğurt, tereyağı yapılır. Kasaplık hayvanlar daha çok erkek hayvanlardır. Safranbolu'da koyun yenmez. Keçiden sonbaharda kıyma denilen kavurma yapılır ve et kesilmediği zamanlar yenir. Hayvancılık yünü, kılı ve derisi bakımından da önemlidir.
Yaylalarda yapılan arıcılık da eski devir için önemli bir üretim koludur. Şeker yerine kullanılan baldan ayrıca balmumu da çıkarılarak ihraç edilir. Balmumu dikicilikte de kullanılan yardımcı bir maddedir.
Dericilik
Safranbolu'nun en önemli üretimi deri ve deri eşyadır. Safranbolu'da dericiliğin ne zaman başladığını bilmiyoruz. Bu işe çok uygun Tabakha ne Deresi vadisinin, hem doğal yapısı hem de tabaklamakta kullanılan su kaynağı, atık suyun kolay atılabilmesi, pis koku ve görünümlerin esas kenti etkilememesi açısından belki de çok eskiden beri tabaklığa ayrıldığını söyleyebiliriz. Dericilik 18.yy sonuna kadar Osmanlılarda ileri bir düzeydeydi. Safranbolu'daki dericilik hakkında Mordtmann 1852 yılında ekonomik değeri olduğunu yazıyor. 1890 yıllarında ise 84 tabakhane sayılıyor. Yine o yıllarda kentin nüfusu 7500 olduğuna göre dericilik çok yoğun bir üretim kolu olmalıdır. Safranbolu'nun dış etkenlerden uzak kalması ve makineleşmenin dericiliği geç etkilemesi bu üretimin 20. yy ortalarına kadar az çok devamına neden olmuştur. Loncalar 1910'da kanunla kaldırılmış olmasına rağmen gelenekler içinde etkisi gittikçe azalarak devam etmiştir. Daha sonra yarı işlenmiş derilerin Avrupa'ya ihracı kârlı olmuş ve bunları satan tacirler içinden zenginler türemiştir. 1924'te yayınlanan Safranbolu Ticaret ve Sanayi Odasının kitapçığında yüze yakın tabakhanede 415 kişinin çalıştığı; yemenici, kunduracı, dikici olarak 430 kişinin olduğu; sahtiyan, manda gönü, siyah ve beyaz vakete, kösele olarak 84.600 Osmanlı lirası ihracat yapıldığı; kösele, glase ve rugan olarak 17.900 Osmanlı liralık Avrupa deri ithal edildiği; çevreden 56.000 Osmanlı lirası değerinde sığır, manda, keçi, koyun derisi getirtildiği, deri ile uğraşan 16, yemeni, kundura, kavafiye ticareti ile uğraşan 5 tacirin olduğu yazılır. Yine aynı yıllarda Safranbolu Debbağ Şirketi bir deri fabrikasını tamamlamak üzeredir. Bu fabrika ne yazık ki çok kısa bir süre çalışabilmiştir.
Ayakkabı modası, köylü için daha ucuz lastik ayakkabıların satışa çıkması yemeniciliğin önemini azalttı. Yarı işlenmiş derilerin de Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kurulan fabrika ürünleriyle son olarak Demir ve Çelik Fabrikası dericiliğin sonu oldu.
Tabakhane: Aynı adla anılan dere boyunca bir vadi içinde yer alır. Mescidi ve kahvesi vardır. Mescid altından çıkan su kimyasal yapısı ile tabaklığa uygundur. Vadi kenarlarında yer alan doğal ve yapay çukurlara bırakılan deriler belirli bir sürede olgunlaşır. Tabaklık yorucu ve uzun süren bir iştir. Bu işte çalışanlar lonca düzeninde örgütlenmişlerdi. Çevreden toplanan ham deriler burada işlenerek en iyi işlenmiş deri haline gelir. Deri işlemede kullanılan yöntem gelenekseldir. 1975'te geleneksel yöntemle ara sıra çalışan iki işlikle,bazı işlemleri makina ile yapan iki işlik vardır.
Deri İşleyenler: Tabakhanede işlenen deriler dikiciler ,semerciler ve saraçlar tarafından alınır.
Arasta:Yemeni diken dükkân sahibi dikiciler, arasta denilen çarşıda toplanmışlardır. Yanlarında kalfa ve çırak çalıştırırlar. Arastada 46 dükkân yer alır. Çok küçük olan bu dükkânların her birinde 3-5 kişi çalışır. Yemeniler iplere dizili olarak dükkânda sergilenir. Yüzyıl başında üretilen yemeni türleri şunlardı: Kadın ayakkabıları, küçükten büyüğe: zenne, zelgerde. Erkek ayakkabıları, küçükten büyüğe: lorta, ürüzger, ulu ayak. Ayrıca mes ve süm süm mes yapılırdı. Üretilen yemeniler daha çok dışarıdan gelen kavaflara satılır. Bunlar çok sayıda hayvan ve denklerle Safranbolu’ya gelirler. Dikiciler cumartesi günü öğleden sonra, ürettikleri yemenileri sepetlere koyarlar ve alıcılara toptan verirler. Alıcılar çoğunlukla iki haftada bir gelir. Dikiciler sabahlara kadar süren uğraşlarına rağmen ancak geçinmişler, zengin olamamışlardır. Tabak ile kasım ayından kasım ayına hesaplaşırlar. Daha önce para kullanılmaz. Safranbolu'daki yemeniciliğin ne kadar etkin olduğu Kurtuluş Savaşı'nda ordu ihtiyacı bir bölümünü karşılamış olmasından anlaşılabilir. 1923'te 15.000 Osmanlı lirası değerinde kundura çevre köy ve kasabalara satılmaktadır.
1975'te arastada çalışan bir iki dükkân kalmıştır.
Semerciler ve Saraçlar: Ulaşımda önemli bir araç olan at ve eşek Safranbolu ve çevresinde çok sayıda kullanılıyordu. Bu yüzden semercilik ve saraçlık yaygın bir üretim koluydu. Çarşıda Semerciler İçi ve Saraçlar İçi adı verilen iki sokakta toplanmışlardır.1923’te semercilikte uğraşan 120 kişi olduğu bilinmektedir.
1975 yılında birkaç semerci bulunuyordu.
Nalbantlık: Kent içinde her evde bir ya da iki binek hayvanı olduğu için bu hayvanların nallanması işlemini yapan nalbantlar vardı.
Demircilik: Çarşı bölgesinde bugün bile yaşayan demirciler eski devrin çok önemli bir üretim koluydular. Tarım aletleri, koşum takımlannın parçaları, ahşap ve deri işlemeye yarayan aletler, ev ekonomisinde kullanılan aletler, yapı üretiminde kullanılan alet ve malzemeler (balta, keser, çekiç, çiviler, burgu, güllap, kilit, kapı halkası, şakşağı, demiri, yel demiri, kancası vb.) demirciler çarşısında yapılmaktaydı.
Bakırcılık: Safranbolu, çevrenin bakır çarşısıdır. Bugün yalnız kalaycılık ve dışarıdan getirilmiş bakır kap satan bakırcılar, eski devirde kendileri bakır kap yapıp satıyorlardı.
Dokumacılık
Bez Dokuına: Dokumacılık evde yapılır. Bir kapalı ekonomi ürünü olmasına rağmen üretim fazlası satılır, yerine çoğunlukla iplik alınırdı. Yüzyıl başında evlerin belki dörtte birinde dokuma tezgâhı vardı. Yine yüzyıl başında artık iplik eğirilmiyor dışarıdan getirtiliyordu. Ticaret değeri olan bez daha çok kalın bezdir. Bu bez tacire satılır. Tacir bunu boyattırır. Mavi boyalısından (Gök bez) köylüler erkek pantolonu yapar; üzerine çeşitli desende baskı yapılanı ise çite bezi adıyla satılır. Köylü kadınlar bu bezden dizlik denilen şalvar yapar. Ayrıca yatak yüzü, bohça yapılır. Tacir satın aldığı ince bezden ise üzerine baskı yaptırarak sofra bezi, karakalem yazdırarak yazma baş örtüsü yaptırır ve satar. Yollu dokunan beze alaca denir. Döşemelik olarak da kullanılır.
1923'te 72.500 Osmanlı lirası değerinde pamuk ipliği getirilmektedir. Yine aynı yıl 350 tezgâhta bez dokunmakta ve dokunan beyaz bez çevreye satılarak 21.000 Osmanlı lirası gelir elde edilmektedir.
Bugün dokumacılık kalmamıştır.
Mutaflık: Hayvan kılından harar, kıl heybe, yem torbası, kolan, at çulu, kepre, sergi (bulgur vb. serilen yaygı) bazı evlerde kadın ve erkekler tarafından dokunur. Ticaret malıdır. 1923'te mutaflıkla uğraşan 120. kişi, ticaretini yapan 5 tacir vardır. 9 bin Osmanlı liralık satış yapılmaktadır.
Bugün mutaflık kalmamıştır.
Keçecilik: Koyun yünü ve eşek tüyünden evde ya da dükkânda yapılır. Tümüyle ticaret değeri olan bir iştir. 1923'te 10 keçeci olduğu biliniyor.
GELENEK, GÖRENEK VE DİN
Gelenek, görenek ve din, azla yetinen bir yaşama felsefesi getirmiştir. Tutumludur. Lükse düşkünlük görülmez. Herşeyde yalınlık vardır. Yere oturur, yerde çalışır, yer yatağında yatar, yerde yemek yer. Evde fazla eşya yoktur. Süsleme bile malzemenin kendi yapısı içinde kalır. Malzemenin doğal görünüşü bozulmaz. Bu yüzden zengin ve fakir evleri kolay ayırt edilemez. Bu yalınlığa rağmen bir bolluk vardır. Yiyeceği boldur, çeşitlidir; odası çoktur, büyüktür; evi bile iki tanedir. Hiçbir sıkıntısı olmayan, sağlıklı bir toplumdur.
Harem-Selâmlık
Din ve gelenekler evi dışarıya kapar, bu yüzden ev içi ve bahçeler yüksek duvarlarla ayrılmıştır, pencereler kafeslidir, kadın yabancı erkeğe görünmez. Bazen aynı evin içinde bile, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı yaşarlar. Safranbolu'da selâmlık ve harem olarak ikiye bölünmüş böyle evler vardır. Bu düzen daha çok zengin evlerinde görülmekteydi. Hacı Memişler’in bağ evi yanyana bitişik harem ve selâmlıklıdır. İncelenen evler içinde Kaymakamlar Evi'nde harem ve selâmlık girişleri değişik katta iki ayrı sokaktan sağlanmıştır. Hacı Salih Paşa Evi’nde de harem ve selâmlık için iki ayrı giriş ve iki ayrı merdiven vardır. Diğer evlerde giriş tek olmakla beraber aile yaşantısını tedirgin etmeden evin merdivenden kolay ulaşılabilen bir odası selâmlık odası olarak kullanılır. Selâmlık odaları biraz daha özenlidir. Eski örneklerde tepe pencerelidir. Tavanları daha süslüdür.
Dönme Dolap:
Eski devirde ev içinde bile kadın yakın aileden olmayan erkeklere görünmediğinden evin harem bölümünden selâmlığa hizmet eden kadınların kendini göstermeden yemek, kahve, şurup alıp vermesi için iki oda arasında bir dolap içinde dönme dolap yapılmıştı. Bu dolabın raflarına konan kaplar, dolap elle çevrilerek öbür bölüme iletilir. Bu tasarım, ayn bir selâmlık bölümü ve hizmetlileri olmayan evlerin geleneklere uyumunu yansıtıyor.
Selâmlık Köşkü:
Bazı evlerin bahçelerinde selâmlık köşkleri vardır. Bu köşkler bir ya da birkaç odalıdır. Ana oturma alanında çoğunlukla bi havuz yer alır. Bazı evlerin alt katlarındaki selâmlık odalarında da havuzlara rastlanıyor. Asmazlar'ın her iki Şehir evinde böyle havuzlar vardır. Havuz yerden 50-60 cm kadar yüksektedir. Çevresinde duvar dibinde sedirler yer alır. Curtlar'ın yazlık selâmlık köşkünde pencere duvarında direkli bir sekilik, kahve ocağı, yanda iki oda abdestlik-helâ vardır. Pencerelerde hâlâ cam yoktur. Havuzlu ana zemin kat üzerine kurulmuştur. Bağlar’da Rauf Beyler'in Evı'nde de görkemli bir selâmlık köşkü vardır. Simetrik planı az bulunur niteliktedir. İki odası ve arasındaki eyvanı, orta büyük havuzu ve çevresindeki sedirleriyle 8 metre açıklıklı havuz odası kalem işi süslemeleriyle olağanüstü bir mimarlığı yansıtır. Selâmlık köşklerine ayrı bir sokak kapısı ile bahçeden girilir. Bir tek odadan oluşan havuzlu bahçe köşklerine havuz odası orta havuzu, fıskiyesi, çevresinde sedirleri ve bazen kahve ocağı olan bu havuzlu odalar genellikle çokgen planlıdır. Bağlar'da çeşme suyu olmayan bazı evlerde ortada bir kuyu, kenarında sedirler olan kuyu odaları vardır. Bu odada da havuz odası gibi yazın serinlemek için oturulur. Kuyuda su ve meyve soğutulur.
Abdest
Dinin gereği olarak ibadet etmeden önce abdest almak zorunludur. Evde bu işler için ayrılmış abdestlik ve gusülhaneler bulunur. Yaşama birimi olan odanın boy abdesti almak için de düzenlenmiş olması aile içi yaşayışın gizliliği bakımından doğru çözümlenmiş bir sonuçtur.Yine abdest bozma ve abdest alma yakın ilişkisi helâ-abdestlik düzeni ile çözümlenmiştir.
Geleneklerin sonucu olarak bulaşık suları, helâ suyu ile karıştırılmaz. Bulaşık yıkamak için bir tasarım yapılırsa kullanılan su ayrı bir yolla başka bir çukurda toplanır. Evde ibadet için özel bir yer ayrılmamıştır.İnançlara göre temiz olan her yerde, her odada namaz kılınabilir.
Safranbolu Evlerinden Örnekler
Akçasu, Dağdelen Camisi. Yamaçların birbirine uzaklığı, gözün bütünü kavrayıp, detayı ayıracak orandadır. Yamaca yerleşen evler birbirlerini örtmezler. Karşı yamaçtan onları tek tek seyredersiniz. Arkalarında kayalıklar duvar gibi yükselir, evleri kışın sert rüzgârlarından korur.
Engebeli arazide, Çuhadar ve Gümüş Sokak’ın birleşiminde Karaosmanlar’ın şehir evi, köşe evi olarak çok büyük bir ustalıkla biçimlendirilmiştir. Taştan zemin katı, destek duvarı görevini de yaparak üst katları taşır. Üst katlar çıkmalarla hem enine hem yüksekliğine büyüyerek sokağa perde perde açılır. Köşedeki kapı, orta ve üst katlarda büyüklük ve aralıkları ustaca düzenlenmiş pencereler, orta ekseni güçlendiren üçgen alınlık ve ortasına yerleştirilen tuğra biçiminde Maşaallah ile olağanüstü bir cephe kurulmuştur. Ne yazık ki bu cephe şimdi bozulmuş durumdadır.
Evin sokak yanındaki duvarı sokağın doğal çizgisini izler. Bu duvar bahçe duvarının devamıdır. Onun üzerinde ise başka bir düzen gelişir. Son kat varılmak istenen amaçtır. Ölçüleri ile Taşatarlar Evi çok dengeli bir mimarlığı yansıtır. (Akçasu)
Hayatın ara katı da kapsayan ahşap kaplaması üst katı taşıyan dikmeleri saklar. O zaman bu koca beyaz kütle, sanki bir gölge üzerinde yükseliyormuşçasına şaşırtıcıdır. (Saraçlar şehir evi)
Zemin katı pencerisizdir. Orta katı zemin katınının devamıdır. Üst kat odaları çıkma yapar. Değişik boyda payandalar simetriği bozar. Kocaman kütle çıkma ve pencere tekrarı ile yumuşatılmıştır. Orta kat sofası camsız olup muşabaklarla dışa açılır. (Gökçüoğlu bağ evi)
Kapılar düz, düşey tahtalarla yalın bir görünümdedir. İki kanatlıdır. İri başlı çiviler (kalpaklı çivi) hem kapıyı süsler hem de arka kuşaklara tahtaları bağlar. Bini, klasik üslupta süslenmiştir. (Kayyumlar şehir evi)
Odaya giriş dolaylı olup tavanı daha alçaktır. Oda tavanı gibi teknetavan yönteminde yapılmıştır. Arkada kapısı aralık çubuk dolabı görünüyor. Sağda yüklük ve altında gusülhane vardır. Bu oda misafir odası olmalıdır. (Gökçüoğlu bağ evi, orta kat)
Türk odasının en önemli özelliği bir yaşama biçimi olarak çok amaçlı kullanılmasıdır. Hem odada oturulur, çalışılır, yemek yenir, uyunur, yıkanılabilir. Burada en büyük etken eşyaların taşınır olmasıdır. Eşyalar, gerekli olduğu zaman ortaya getirilir, kullanıldıktan sonra tekrar yerlerine konur. Bu amaçla orta alan boş bırakılmıştır. Bugüne kalmış geleneksel odaların önemli örneklerinden biri olan bu oda sahibi Nezihe Aycan tarafından titizlikle korunmaktadır. (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi)
Sedirler, ocak yanlarında da yer alabilirler.
Pahlı bir çıkma. Sofa eyvanı kemerli pencerelerle bitiriliyor. (Keçeciler şehir evi)
Ceviz ve çamdan oluşan çıtalı ve parçalı, çift kanatlı bir taban kaplaması. (Paçacılar bağ evi)
Çıtalı bir başka tavan örneği. (Gökçüoğlu bağ evi)
Kütlenin kuruluşu az bulunur niteliktedir. Bir yanda iki oda üst üste bir bütünlük kurarken diğer yanda payandalı çıkmalı üst kat değişik bir biçimde kütleyi dengelemektedir. (Müsellimler şehir evi)
Tablalı dolap kapağı, yontma bezemeli binisi ve oymalar (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi).
Aynı dolabın kapakları açık görünüşü. Raflarda bohçalara sarılı eşyalar ve kapakların yapılışı görünüyor.
Külâhlı bir ocak. Sergen, külâh üzerinde devam ediyor. Yaşmak, aynalı yöntemde yapılmıştır. Sedir örtülerine kıvılcım sıçramasını önleyen süslü koltuk başları (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi).
Mektepçiler evinin dış yüzü malakâri yönteminde bitki ve hayvan desenleriyle bezenmiştir. Bu üsluplaştırılmış desenler kökü çok eskiye dayanan bazı biçimleri hatırlatmaktadır.
Bağdadi yöntemiyle yapılmış bir teknetavan örneği ve yeni dönemde yapılan kalem işi süslemeleri (Memişoğullar bağ evi)
Tavanlar da bezemelidir. En çok kullanılan yöntem çıtalı bezemedir. Ahşap yüzeyler genellikle boyanmaz. Bu örnekte mat, macunsuz, astarsız, alttaki ahşabın dokusunu gösteren bir yağlıboya sürülmüştür. (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi).
Ağaç Oyma, Sedef Kakma,Kalem İşleri
Ahşap Pencere Kanatları
XIV. yüzyıl başı, KonyaSadreddin Konevi Camisi'nden. (İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi)
Aksaray Ulu Cami Minberi
Nüştekin'ül Cemali'nin eseri. (XII. yüzyıl)
Çeşitli ahşap eserler
Rahle
Tahta üzerine altın yaldızlı gümüşle kaplı, neceflerle süslü, XVIII. yüzyıl.
(Topkapı Sarayı Müzesi)
Eşrefoğlu Camisi Mihberi
Beyşehir Eşrefoğlu Camisi'nin kündekarı tekniğiyle yapılmış minber kapısı ve yan kanadı (1298/99).
Sultan IV. Mehmet'in kayığında sedef bezemeler
XVII. yüzyıl. (İstanbul Deniz Müzesi)
İstanbul Şerifler Yalısı'nın kalem işi bezemeli dolap kapakları
(XIX. yüzyıl)
--------------------------------------------------------------------------------
Eski Uygarlıklar, Eski Kentler
Karain Mağarası
Antalya'nın 27 km. kuzeybatısında ve Katran dağları üzerindedir. Doğal bir mağaradır. Yapılan arkeolojik kazılarda mağaranın Prehistorik çağlarda (Paleolitik, Mezolitik, Neolitik ve Kalkolitik) insanlarca barınak olarak kullanıldığı anlaşılmıştır. Mağarada iskeletler, yontma ve cilalı taştan aletler, işlenmiş çakmak taşları ve önemli eserler bulunmuştur.
Ana Tanrıça Heykelciği
Pişmiş toprak, M.Ö. VI. binyılın ilk yarısı, yüksekliği 20 cm., Çatalhöyük. (Anadolu Medeniyetleri Müzesi)
İvriz Kaya Kabartması
Konya'nın Ereğli ilçesine 12 km. uzaklıkta, İvriz Suyu'nun kaynak başındadır. Geç Hitit dönemi eseridir. M.Ö. VIII. yüzyıla tarihlenmektedir. 6.08 m. yüksekliğindeki kabartmada, Warpalavas'ın bereket tanrısı Santaj'a şükranı anlatılmaktadır.
Yazılıkaya - Midas Şehri Büyük Anıt
Eskişehir'e 90 km. uzaklıkta M.Ö. VII. yüzyılda kurulmuş Yazlıkaya-Midas şehri bulunmaktadır. Bu şehirde Frig döneminin önemli bir eseri olan Büyük Anıt göze çarpmaktadır. Anıtın üzerinde çeşitlli geometrik motifler ve yazılar vardır. Frig döneminde önünde dini törenler yapılıyordu.
Lidya (Karun) Hazineleri
Uşak ili Güre yakınlarındaki Toptepe tümülüsünü 1965, İkiztepe tümülüsünü 1966 ve Aktepe I tümülüsünü 1968 yılında gizlice kazan eski eser kaçakçılarının 1970 yılında ABD'deki Metropolitan Sanat Müzesi'ne sattıkları eserlerdir. Bu eserler, M.Ö. VI. yüzyıl Lidya sanatının en güzel örnekleridir. Kültür Bakanlığı'nca verilen uzun bir hukuk savaşından sonra 1993 yılında Türkiye'ye geri gönderilmiştir. (Uşak Müzesi)
Resim: Lidya "Karun" Hazinesi Güneş Kursu Biçimli Gerdanlık
Akik-Altın, M.Ö. 6.y.y. (Uşak Müzesi)
Bergama Zeus Sunağı
Bergama Krallarından Eumenes II tarafından M.Ö. 197-159 yılları arasında yaptırılmıştır. Alman arkeologların 1865 yılından itibaren Bergama'da yaptıkları kazılarda ortaya çıkarılmış, kalıntıları Berlin'e gönderilmiştir. Berlin Devlet Müzesi'nde restore edilerek 1871 yılında sergilenmiştir. O tarihten sonra müzenin adı Pergamon Müzesi olmuştur.
İskender Büstü
42 cm. yüksekliğindeki mermer büst Bergama kazılarında bulunmuştur. M.Ö. III. yüzyıla tarihlenmektedir. Makedonya Karalı Büyük İskender'in sağlığında ünlü heykeltraşlara yaptırdığı büstlerin aslıllarının hiç biri günümüze ulaşmamış, sadece kopyaları bulunmuştur. Bergama'da bulunan büst Paris Louvre Müzesi'nde dünyaca ün yapmıştır. (İstanbul Arkeoloji Müzesi)
Afrodisias
Aydın'ın Karacasu ilçesi yakınlarında bir antik kenttir. Tanrıça Afrodit adına kurulmuştur. Tunç çağından Bizans dönemine değin (M.Ö. 2800 - M.S. 220) büyük bir yerleşim merkeziydi. Arkeolojik kazılarda Afrodit tapınağı, odeon, stadium ve agorası, hamamları gün ışığına çıkarılmıştır. Afrodisias, İlkçağ'da önemli bir heykel yapım merkezi olarak tanınmıştır. Anadolu antik kentleri içinde Afrodisias'ın stadyumu iyi korunmuş stadyumlar arasındadır.
Efes Artemis Tapınağı
İzmir Selçuk'ta Efes (Ephesos) antik kentinin dünyanın 7 harikasından sayılan ünlü tapınağıdır. Astemision olarak da bilinir. Önce M.Ö. 560-550 yıllarında Lydia Kralı Kroisos tarafından İon düzeninde yaptırıldı. M.Ö. 356'da bir delinin yakması üzerine aynı büyüklükte ancak 3 m. yüksek olarak yeniden inşa edildi. 55.10 x 115 m. boyutlarında, mermer heykelleriyle de ünlü tapınak Hellenistik dönem tapınaklarının en büyüğüydü. 262'de Gotlar tarafından yıkıldıktan sonra onarılmadı.
Bristish Museum adına 1869-1874'te J.T. Wood ve 1904-1905'te David G. Hogart'ın yaptığı kazılarda bulunan tapınak kalıntıları, İngiltere'ye götürüldü.
Sart (Sardes)
Manisa'nın Salihli İlçesindedir. Lidya devletine başkentlik yapmış bir antik kenttir. XIX. yüzyıldan itibaren yapılan arkeolojik kazılarda Artemis Tapınağı, gymnasion, stadion Roma ve Bizans hamamları gibi önemli yapıları ortaya çıkarılmıştır. Resimde gymnasiondan bir bölüm görülmektedir.
Bodrum - Halikarnas Masoleumu
Pers Valisi Maussolos'un Bodrrum - Halikarnassos'taki mezarı dünyanın yedi harikası arasındadır. MAussolos M.Ö. 352'de ölünce karısı Artemisia tarafından yapımına başlanmıştır. Mimarlar Pytheos ve Satyrus'tur. Skopas, Timotheos, Bryaris ve Leochares adlı ünlü heykeltraşlar birer cephesini çalışmışlardır. 60 x 80 m. boyutlarında ve 46m. yüksekliğinde olduğu belirlenmiştir. 9 x 11 sütunludur. Bazı parçaları Bodrum kalesinin yapımında kullanılmıştır. Mausoleum'a ait parçalar XIX. yüzyılın ortalarında Londra British Museum'a götürülmüştür.
Aspendos (Belkıs)
Antalya'nın 48 km. doğusunda İlkçağ'da kurulmuş bir antik kenttir. En önemli yapısı tiyatrosudur. Bu tiyatro, sahnesiyle birlikte günümüze ulaşabilen Anadolu'daki Roma tiyatrolarının en sağlam örneğidir. 15.000 seyirci kapasitelidir. İmparator Antonius pius döneminde (138-164) Zenon adlı bir mimar tarafından yapılmıştır.
Derinkuyu Yeraltı Şehri
Nevşehir'in Derinkuyu ilçesindedir. Hristiyanlığın yayılma döneminde savunma ve saklanma amacıyla yer altındaki yumuşak kayalar oyularak yapılmıştır. VI-X. yüzyıllar arasında yapıldığı tahmin edilmektedir. Dar geçitlerin sağında ve solunda oyulmuş odalardan, havalandırma bacalarından, şapel ve bir kuyudan oluşmaktadır.
Kaymaklı Yeraltı Şehri
Nevşehir'e 15 km uzaklıktaki Kaymaklı'dadır. Hristiyanlığın yayılma döneminde saldırılara karşı korunma amacıyla VI-X yüzyıllarda kayalar oyularak yapılmıştır. Yer altındaki 8 katlı kentte, katlar ve bölmeler bir havalandırma bacası etrafında yer almıştır. Bir hol etrafında toplanmış odalarda ortalama tavan yüksekliği 2 m'dir. Şapeller odalardan büyük ve yüksek tavanlıdır.
Efes Selsus (Celcius) Kitaplığı
İzmir Selçuk'ta Efes Antik Kenti'nin en önemli kalıntılarından biridir. Roma döneminde 115-117 yılları arasında yapılmıştır. 260 yılında bir yangın geçirmiştir. İki katlı cephesinin görkemli mimarisiyle ün yapmıştır. Kitaplığın içindeki duvarlarda yazı rulolarının konduğu, üst üste üç sıra halinde nişler bulunmaktadır.
İstanbul Surları
İstanbul'un ilk surları, 413-447 yılları arasında kenti savunma amacıyla Bizans İmp. II. thedosius tarafından yaptırıldı. Marmara Denizi kıyısındaki mermer Kule'den Haliç'e değin 6-7 km uzunluğundadır. Yedikule surları 1457-1458 yıllarında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Surlar üzerinde 16 kapı bulunmaktadır. Surlar, iç sur, dış sur ve hendek olmak üzere üç kademeli bir savunma yapısıdır. İç surlar 3-4 metre kalınlığında ve 13 metre yüksekliğindedir. 15m. uzaklıktaki dış surlar ise 2m. kalınlık ve 10m. yükseklikte duvarlardır. Dış surun önünde hendek vardır. İstanul surları, UNESCO'nun koruma programı çerçevesinde restore edilmektedir.
Rumeli Hisarı
İstanbul Boğazı'nın Rumeli yakasındadır. Bizans'a kuzeyden yardım gelmesini önlemek amacıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından 1452 yılında yaptırılan bir kaledir. 1000 usta ve 2000 işçinin çalışmasıyla 4 ayda yapılmıştır. Üç büyük kulenin yapımını Çandarlı Kara Halil, Saruca ve Zaganos Paşalar üstlendiklerinden kuleler bu adlarla anılır. Beş kapısı bulunan kale, 30.000 m²lik bir alanı kaplamaktadır.
Diyarbakır Kalesi ve Surları
Kalenin ilk bölümlerinin Hurriler döneminde yapıldığı kabul edilmektedir. 349 yılında Roma İmp. II. Constantinus döneminde kentin çevresi surlarla çevrildi, kale güçlendirildi. Kesme bazalt taşından yapılmıştır. Artuklu, Akkoyunlu, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde defalarca onarıldı. Dış kale ve iç kale olmak üzere iki bölümdür. 82 burçlu dış kale surlarının uzunluğu 5 km. 'yi bulur. Dört kapısı vardır. Dört kapılı iç kale ise Kanun Sultan Süleyman döneminde surla çevrilmiştir.
Van Kalesi
Urartu devletinin başkenti Tuşba (Van)'da M.Ö. IX. yüzyılda yapılmıştır. Kale, Urartuların M.Ö. VII. yüzyıl başlarında yenilerek Toprakkale'ye taşınmaları üzerine Asurların eline geçti. Selçuklu, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Osmanlı dönemi kalıntılarının da bulunduğu kalede en önemli bölümler Urartulara ait kaya hücreleri ve yazıtlardır. Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı bir cami de kale üzerinde bulunmaktadır.
Kızkalesi
İçel'in Erdemli ilçesinde ve Mersin'e 60 km. uzaklıktadır. Corcyus antik kenti ve kalıntılarından 800-1000 m. aşağıda ve Akdeniz'in içindedir. Kıyı ile bağlantısı zamanla kesilmiş, bir ada halini almıştır. M.Ö. IV. yüzyılda Hellenler tarafından kurulan, Roma ve Bizans dönemlerinde gelişen Corcyus, XIII. yüzyılda önemli bir limandı. Kale, denizden gelecek saldırıları engellemek amacıyla yapılmıştı. İçinde bir kilise kalıntısı bulunmaktadır.
Hoşap Kalesi
Van-Başkale karayolu üzerinde, Van'a 60 km. mesafedeki Güzelsu bucağındadır. XVI. yüzyılda MAhmudi Aşireti Bey'i Süleyman Bey tarafından yaptırılmıştır. İçinde iki cami, üç hamam, çeşmeler ve zindanlar bulunmaktadır.
Erzurum Kalesi
Yaklaşık 2000 m. yükseklikte bir tepe üzerinde inşa edilmiş olan iç kale 5. yüzyılda Roma İmparatoru Theodosius tarafından yaptırılmıştır. Son zamanlara kadar Türkler tarafından kışla olarak kullanılmıştır. Kale Mescidi ve saat kulesi Türk mimarlığının ilk örnekleri olmaları bakımından önem taşırlar. Tepsi Minare olarak da adlandırılan kule Ortaçağ'larda gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır. Osmanlı mimarisinin Barok Çağında saat kulesine çevrilmiştir. 1124-1132 yılları arasında hüküm süren Abu'l Muzafferüddin Gazi tarafından yaptırılmıştır. Tek büyük bir kubbe ile örtülen mescid geleneksel Türk mimarisinin özelliklerini taşır
Dolmabahçe Sarayı
17. yüzyıla kadar Boğaziçi’nin koylarından biri olan bu yörenin; Altın Post'u aramaya çıkan Argonotların efsanevi gemisi Argos’un demirlediği, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi sırasında Haliç’e indirmek üzere gemilerini karaya çıkardığı yer olduğu ileri sürülür.
Osmanlılar Döneminde kaptan paşaların donanmayı demirledikleri, geleneksel denizcilik törenlerinin yapılageldiği doğal bir liman görünümünde olan bu koy; 17. yüzyıldan başlayarak dönem dönem doldurulmuş ve Dolmabahçe adıyla padişahların Boğaziçi’ndeki has bahçelerinden biri konumuna getirilmiştir.
Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahlar tarafından yaptırılan köşk ve kasırlarla donatılan Dolmabahçe; zamanla "Beşiktaş Sahil Sarayı" adıyla anılan bir saray görünümü kazanmıştır.
Beşiktaş Sahil Sarayı, Sultan Abdülmecid Döneminde (1839-1861) ahşap ve kullanışsız olduğu gerekçesiyle 1843 yılından başlayarak yıktırılmış ve aynı yerde günümüze dek gelen Dolmabahçe Sarayı’nın temelleri atılmıştır.
Yapımı, çevre duvarlarıyla birlikte 1856 yılında bitirilen Dolmabahçe Sarayı 110.000 m2’yi aşan bir alan üstüne kurulmuş ve ana yapısı dışında onaltı ayrı bölümden oluşmuştur. Bunlar saray ahırlarından değirmenlere, eczanelerden mutfaklara, kuşluklara, camhane, dökümhane, tatlıhane gibi işliklere uzanan bir dizi içinde, çeşitli amaçlara ayrılmış yapılardır. Bu yapılar arasına Sultan II. Abdülhamid Döneminde (1876-1909) Saat Kulesi ve Veliahd Dairesi arka bahçesindeki Hareket Köşkleri eklenmiştir.
Dönemin önde gelen Osmanlı mimarları Karabet ve Nikogos Balyan tarafından yapılan sarayın ana yapısı; Mabeyn-i Hümâyûn (Selâmlık), Muayede Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümâyûn adlarını taşıyan üç bölümden oluşur. Mabeyn-i Hümâyûn; devletin yönetim işleri, Harem-i Hümâyûn; Padişah ve ailesinin özel yaşamı, bu iki bölümün arasında yer alan Muayede Salonu’ysa; Padişah’ın devlet ileri gelenleriyle bayramlaşması ve kimi önemli devlet törenleri için ayrılmıştır.
Tüm yapı, bodrumla birlikte üç katlıdır. Biçimde, ayrıntılarda ve süslemelerde gözlenen belirgin batı etkilerine karşılık bu saray, bu etkilerin Osmanlı ustalarca yorumlanmış bir uygulamasıdır. Öte yandan, gerek kuruluş gerekse oda ve salon ilişkileri açısından geleneksel Türk evi plan tipinin çok büyük boyutlarda uygulandığı bir yapı bütünüdür. Beden duvarları taştan, iç duvarları tuğladan, döşemeleri ahşaptan yapılmıştır. Çağın teknolojisine açık olan saraya, 1910-12 yıllarındaysa elektrik ve kalorifer sistemi eklenmiştir. 45.000 m2’lik kullanılır döşeme alanı, 285 odası, 46 salonu, 6 hamamı ve 68 tuvaleti vardır. Döşemelerin ince işçilikli parkelerinin üstünde, önce sarayın dokumevinde, sonra da Hereke’de dokunmuş 4454 m2 halı serilidir.
Padişahın devlet işlerini yürüttüğü Mabeyn; işlevi ve görkemiyle Dolmabahçe Sarayı’nın en önemli bölümüdür. Girişte karşılaşılan Medhal Salon, üst kat ile bağlantıyı sağlayan Kristal Merdiven, elçilerin ağırlandığı Süfera Salonu ve padişahın huzuruna çıktıkları Kırmızı Oda; imparatorluğun tarihsel görkemini vurgulayacak biçimde süslenmiş ve döşenmiştir. Üst katta yer alan Zülvecheyn Salonu; padişahın Mabeyn’de kendine özel olarak ayrılmış dairesine bir tür geçiş mekanı oluşturmaktadır. Bu özel dairede, padişah için mermerleri Mısır’dan getirilmiş görkemli bir hamam, çalışabileceği oda ve salonlar bulunmaktadır.
Harem ve Mabeyn bölümleri arasında yer alan Muayede Salonu; Dolmabahçe Sarayı’nın en yüksek ve en görkemli parçasıdır. 2000 m2’yi aşan alanı, 56 sütunu, yüksekliği 36 m.yi bulan kubbesi ve bu kubbeye bağlı yaklaşık 4,5 tonluk İngiliz yapımı avizesiyle bu salon, sarayın diğer bölümlerinden belirgin bir biçimde ayrılmaktadır. Salon, bodrumdaki tesislerden elde edilen sıcak havanın sütun diplerinden içeri verilmesiyle ısıtılmakta, böylelikle soğuk mevsimlere rastlayan törenler daha sıcak bir atmosferde yapılabilmekteydi. Geleneksel bayramlaşma töreni günlerinde, Topkapı Sarayı’nda bulunan altın taht bu salona getirilerek kurulur ve padişah bu tahtta devlet ileri gelenleriyle bayramlaşırdı. Galeriler ise elçilik görevlilerine, Saray Orkestrası’na, bay ve bayan konuklara ayrılmıştı.
Dolmabahçe Sarayı’nın Batı etkileri altında, Avrupa saraylarından örnek alınarak yapılmış bir saray olmasına karşılık, işlevsel kuruluşu ve iç mekan yapısında “Harem”in eskisi kadar kesin çizgilerle olmasa da ayrı bir bölüm olarak kurulmasına özen gösterilmiştir. Ancak Topkapı Sarayı’nın tersine, Harem, artık saraydan ayrı tutulmuş bir yapı ya da yapılar topluluğu değildir; aynı çatı altında, aynı yapı bütünlüğü içinde yerleştirilmiş özel bir yaşama birimidir.
Dolmabahçe Sarayı’nın yaklaşık üçte ikisini oluşturan Harem Bölümü'ne, Mabeyn ve Muayede Salonu’ndan geleneksel ayrımı vurgulayan demir ve ahşap kapılarla kesilmiş koridorlardan geçilmekte, bu bölümde Boğaziçi’nin yansımalarıyla aydınlanan salonlar, sofalar boyunca padişahların, padişah eşlerinin, çeşitli görevleri olan kadınların, şehzade ve sultanların yatak odaları, çalışma ve dinlenme odaları sıralanmaktadır. Valide Sultan Dairesi, Mavi ve Pembe Salonlar, Abdülmecid, Abdülaziz ve Reşad tarafından kullanılan odalar, Cariyerler Bölümü, Kadınefendi odaları, Büyük Atatürk’ün çalışma ve yatak odası, sayısız değerli eşya, halı, levha, vazo, avize, tablo gibi sanat yapıtları Harem’in ilginç ve etkileyici parçalarını oluşturmaktadır.
Günümüzde Dolmabahçe Sarayı’nın bütün birimleri restore edilmiş ve ziyarete açılmış bulunmaktadır. Saray’ın değerli eşyalarının sergilendiği iki “Değerli Eşyalar Sergi Salonu”, Milli Saraylar Yıldız Porselenleri Koleksiyonu’ndan örneklerin yer aldığı “İç Hazine Sergi Binası”, genellikle Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’nun bölüm bölüm ve uzun süreli sergiler biçiminde izleyicilere sunulduğu “Sanat Galerisi”, bu galerinin alt katında sarayın çeşitli objeleri ve mimari süslemelerinden alınmış kuş motiflerinin fotoğraflarından oluşan sürekli serginin bulunduğu tarihsel koridor, Mabeyn Bölümü’ndeki Abdülmecid Efendi Kütüphanesi; Dolmabahçe Sarayı’nın başlıca sergileme birimlerini oluşturmaktadır.
Sarayın hemen girişinde bulunan eski Mefruşat Dairesi’nde Kültür-Tanıtım Merkezi yer almakta ve Milli Saraylar’ın çeşitli yerlerinde sürdürülen bilimsel çalışmalarla tanıtım etkinlikleri bu merkezden yönlendirilmektedir. Öte yandan, yine bu merkezde çoğunluğunu 19. yüzyıla yönelik yayınların oluşturduğu bir kitaplık kurularak araştırmacıların hizmetine sunulmuştur.
Saat Kulesi, Mefruşat Dairesi, Kuşluk, Harem ve Veliahd Dairesi bahçelerinde ziyaretçilere yönelik kafeterya hizmetleri veren bölümler ve hediyelik eşya satış reyonları oluşturulmuş, bu reyonlarda Kültür-Tanıtım Merkezi’nce hazırlanan ve milli sarayları tanıtıcı bilimsel nitelikte kitaplar, çeşitli kartpostallar ve Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’ndan seçilmiş ürünlerin tıpkı basımları satışa sunulmuştur. Öte yandan Muayede Salonu ve bahçeler ise ulusal/uluslararası resepsiyonlara ayrılmış, yeni düzenlemelerle saray, müze içinde müze birimlerine, sanat ve kültür etkinliklerine kavuşturulmuştur.
TOPKAPI SARAYI MÜZESİ
Topkapı Sarayı Müzesinden Görüntüler
Osmanlı İmparatorluğu'nun başkent İstanbul'da yönetim sarayı ve hanedanlık ikametgâhı olarak kullanılan Topkapı Sarayı, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethetmesinden kısa bir süre sonra 1473 yılında tamamlanmıştır. Osmanlı hanedanı, Topkapı Sarayı'nı 19. yüzyılda Boğaziçi saraylarına yerleşene kadar kullanmıştır. Saray, Cumhuriyet'in ilanından sonra 3 Nisan 1924'te Atatürk'ün emriyle müze haline getirilmiştir.
Çeşitli dönemlerde, değişik sultanların emirleriyle yapılan ek yapılar ve yenilenmelerle görkemli bir boyut ve işlev çeşitliliği kazanan saray, bu görünümüyle Osmanlı devlet kurumlaşmasının bir yansıması olmuştur. Osmanlı saray protokol ve hiyerarşisinin zamanla kazandığı görkem ve çok ünitelilik Topkapı Sarayı mimarisine de yansımış, hatta devletin yükselişi ve çöküşü de sanatsal anlatımını bu sarayda bulmuştur. Tüm bu büyük geçmişi dekorlayan dramatik olaylar süreci ile saray, dünya müzeleri arasında tarihsel yaşantısı ile günümüze ulaşabilmiş ender örneklerden biridir. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul ile sembolleşen Bizans ile birlikte Ortadoğu'nun imparatorluk geleneğine de varis olması, göreceli olarak dinamik ve göçer Asya-Anadolu geleneği ile yoğrulmuş olan önceki Osmanlı yönetim sisteminde önemli nitelik değişmelerine neden olmuştur. Bu özelliğin sultan ve ailesiyle bütünleşen mutlak idare kavramına güç verdiği ve saray kurumunun Fatih Kanunnamesi ile bilinçli olarak bir imparatorluk sistemine uyacak şekilde hiyerarşik kademelenme ve görkem kazandığı görülür. Bu nitelik değişiminin unsurları aşamalı olarak Topkapı Sarayı'nda görülebilir.
Topkapı Sarayı, İstanbul topografyasını oluşturan Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında tarihsel İstanbul yarımadasının ucundaki Sarayburnu'nda Bizans akropolü üzerinde inşa edilmiştir. Saray, kara tarafında Fatih'in yaptırdığı Sur-u Sultani, deniz yönünde ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. Çeşitli kara ve deniz kapılarıyla saray içinde değişik işlevleri olan kapıların dışında anıtsal giriş, Ayasofya arkasındaki Bab-ı Humayun'la (Saltanat Kapısı) sağlanır. Yüzyıllar boyunca her türlü görkem ve protokol detaylarının yaşandığı sarayda sağlam devlet anlayışının gereksindiği işlevsel sadeliğin mekâna yansıması, daha girişte başlamaktadır. Bu kapı, aslında 15. yüzyıldaki karakterleriyle bir kale-saray olan yapının görünümüne uygundur. Halkın da girebildiği bu kapının üzerinde 19. yüzyıl sonlarına kadar ayakta kalan bir köşk vardı ki, bu yapıda alayların izlendiği ve özel hazinelerin saklandığı bilinir.
Sarayın I. yer olarak adlandırılan en geniş avlusu, Haliç ve Marmara yönünde uzanan Hasbahçe'den ancak ana eksende oluşuyla ayrılır. Bab-ı Hümayun ile iç sarayın başladığı Bab-üs Selam arasında yer alan bu alanda iki yanda sarayın büyük ölçüde günümüze ulaşmamış olan ve Bostancılar denetimindeki Birun (dış) hizmet binaları vardır. Solda odun ambarları, cebehane olarak kullanılan Hagia Eirene Kilisesi, 18. yüzyılda yenilenip genişletilen darphane binaları günümüze ulaşan yapılardır. Saraya gelen devletlilerin ve yabancı elçilerin atlarını bağladıkları bir revak önünde Deavi Kasrı denilen dilekçe dairesi ve Ebniye-i Hassa ambarları arka arkaya sıralanırlardı. Sağda ise sırasıyla Gülhane Hastanesi, Has Fırın ve sarayın su dağıtım sistemini oluşturan dolap ocağı birinci avluyu sınırlayan yapılardı. Her dönemde sarayı çevreleyen Hasbahçe çeşitli köşklerle doluydu. Bu köşklerden ilki, Bab-ı Ali karşısında çokgen bir burç üzerinde yükselen Alay Köşkü'dür. Sultanların çeşitli alayları seyrettiği bu mekân, 19. yüzyılda Ampir üsluba uygun olarak yenilenmiştir. Haliç yönünde ve Sirkeci tarafında çokgen bir açık seyir köşkü olan Yalı Köşkü'nde padişahlar her sene donanmanın denize çıkışını seyrederdi. 19.yüzyıl sonlarında demiryolunun bahçeden geçirilmesi nedeniyle bu köşk yıktırılmıştır. Günümüze ulaşan bir 17.yüzyıl yapısı olan klasik karakterli Sepetçiler Kasrı'ndan harem halkının bu törenleri izlediği sanılır. Bu alanda bostancılara ait çeşitli koğuş ve yapıların yanı sıra en ünlü köşk, Fatih Sultan Mehmed'in saray ile birlikte yaptırdığı Çinili Köşk'tü. Çinileri ve eyvanlı merkezi planıyla Timurlu mimarisi hatlarını taşıyan bu sefa köşkünün geniş arsasına II. Abdülhamid Döneminde arkeoloji müzeleri yerleştirilmiştir. Sarayburnu'nda kuleli ve toplu bir kapı nedeniyle geç devirde Topkapı ismini alan Saray-ı Cedid'in bu kapısının önünde, 16.yüzyıl başından kalan revaklı Mermer Köşk'ten başlamak üzere, Marmara kıyısına 18.yüzyıl ve sonlarında yapılmış ahşap ve yazlık Rokoko üsluplu sahilsaray vardı. 1860'larda yanan ve demiryoluna harcanan bu sarayın ilerisinde sur üzerinde altyapısı görülen İncili Köşk ise, sadrazam Koca Sinan Paşanın mimarbaşı Davud Ağa'ya yaptırıp, III. Murad'a sunduğu muhteşem bir seyir köşküydü. Sarayı çeviren Marmara suru, Balıkhane ve Ahırkapı gibi işlevlerini belirten iki kapı ile bitmekteydi; sarayın büyük ahırlarını içeren bu köşkteki yapılaşmadan günümüze sadece III. Osman Devrinde yapılan fener ulaşmıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayun'unun okunduğu Hasbahçe'nin bu yönünde Bizans Döneminde de aynı amaçla kullanıldığı sanılan bir Cirit Meydanı, İshak Paşa ve Gülhane kasırları gibi yapılarla Bizans'ın Manganlar Sarayı kalıntılarının olduğu görülür.
I. avluda, Bab-ı Hümayun'u Bab-üs Selam'a bağlayan ağaçlı yolda sultanların seferden dönüş ve gidişleri, Cuma Selamlıkları gibi törensel günlerde büyük bir ihtişamla avludan geçtikleri görülürdü. Yeniçerilerin bu avluyu saraya karşı geldiklerinde kullandıkları ve kapıları açtıkları bilinir. Sarayın Bab-üs Selam denilen kuleli kapısıyla çağdaş Avrupa kulelerini andıran ikinci kapısının belirlediği asıl saray bölümü, Sur-u Sultani içindeki iç kaleyi oluşturur. Çeşitli yapıların sur benzeri düz sağlam bir duvar inşaatıyla sınırlandığı ve avlulara burç gibi çıkma yaptığı bu alan, arka arkaya üç değişik işlevli avlu ile çevresindeki yapılarla saray bütününü oluşturur. Sultandan başka kimsenin at üzerinde giremediği Divan Meydanı denilen ön avlu, yapılarıyla birlikte saraydaki devlet yönetiminin zirvesi olan bir mekândır. Bu avluda tarihte çeşitli hayvanların da gezdiği bahçe taksimatı arasındaki eksenlerden en önemlisi karşıda sultanı temsil eden Bab-üs Saade eksenidir. Meydana işlevini veren ve gövdesi Fatih Döneminden kalan Adalet Kulesi altındaki üç kubbeli ve revaklı Divan-ı Hümayun ise sol kanatta bulunur. Haftada dört gün sadrazam ve vezirlerle devlet işlerinin karara bağlandığı bu resmi mekân, Divanhane, burada kabine toplantısı yapıldığı gibi, elçiler de kabul edilirdi- kalem ve defterhane bölümlerinden oluşur. Bu yapının arkasındaki çok kubbeli ve masif duvarlı Dış Hazine ise devletin resmi hazinesini depolamak amacıyla yapılmıştır. Sadrazam tarafından kullanılabilen bu hazineden ayrıca yeniçerilere üç ayda bir ulufe dağıtılır ve bunun için avluda elçilerin de hazır bulunduğu görkemli galebe divanları yapılırdı. Saray müze işlevini kazandıktan sonra, bu bölüm, Erken İslam Döneminden 20.yüzyıl başlarına kadar olan döneme ait silahların sergilenmesine ayrılmıştır. Burada İslam Türk ve Orta Doğu'ya özgü silahlar da bulunmaktadır. Kubbealtı, Haliç yönünde, gizemli Harem Dairesi'nin küçük ve silik "Arabalar Kapısı" ile ayrılmaktadır. Divan Meydanı'nı da Haliç yönünde Hasbahçe'ye, sultanların saraydan çıkışlarında kullandıkları Hasahır sistemine bağlamaktadır. Kendine ait daha alçaktaki bir avluda yer alarak sarayı sınırlayan Hasahır'ların sarayın ilk yapılarından biri olduğu bilinir. Sultanların az sayıdaki seçme atını barındırmış olan bu ahır, saray yaşantısında "imrahor" denilen bir yöneticinin sorumluluğunda, başlı başına bir at koşum takımı hazinesi olan raht hazinesi'ni de içerirdi. Özellikle resmi alaylarda ve yabancı ülkelere gönderilen hediyeler arasında görülen bu hazinenin koşum takımlarının murassa olmasına dikkat edilirdi. Bu alanda göze çarpan bir başka yapı da Beşir Ağa Camii'dir. Divan Meydanı'nın bu yönde diğer bir işlevsel yapı grubu da Baltacılar Koğuşu'dur. Güçlü gençlerden devşirme usulüyle saraya getirilen bu kadro, sarayda teşrifatçılığın yanı sıra, her türlü taşıma işinde selamlık ve hareme hizmet ederdi. 16.yüzyıl sonlarında genişletilerek son şeklini alan Baltacılar Koğuşu; Divan Meydanı, Harem, Hasahır yönüne açılan bir avlu çevresindeki hamamı, koğuşu, camii ve çubuk odası ile özgün bir mahalle görünümündedir.
Divan Meydanı'nda yapılan işlerle temsil edilen devletin kudreti, avlunun sağ kanadında bir revak arkasındaki anıtsal mutfak yapılarıyla anlam kazanırdı. Boydan boya uzanan özel, ince uzun bir avlunun Marmara tarafındaki anıtsal yapıları; günümüzde saray arşivi ve kumaş deposu olarak kullanılan yağhane ve kiler, ahşap Aşçılar Mescidi ve nihayet bacaların oluşturduğu görkemli cephesiyle bu büyük şehre girişte sarayı vurgulayan mutfaklardır. Harem'e, sadrazam ve enderun halkıyla birlikte sultan ve harem'e hizmet veren bu dev yapıda, normal günlerde sarayın beş bin kişiden aşağı düşmeyen halkına sürekli yemek verilirdi. Tüm imparatorluk sahasında üretilen gıda çeşitlerinin en kaliteli örnekleriyle donatılmış bu mutfakların, Osmanlı kültüründe ayrı bir yeri vardır. Bugün, Osmanlı sarayında itibar görmüş, sürekli ithal edilmiş veya hediye olarak gelmiş Çin ve Japon seramik sanatının ürünleri bu yapılarda sergilenmektedir. Mutfakların helvahane ve şerbethane bölümlerinde ise Türk mutfak eşyaları ile Osmanlı Yıldız porselenleri ve cam eserleri sergilenmektedir. Bir zamanlar aşçıların koğuşu olan karşı binaların yerinde ise, Avrupa porselenleri ve gümüşleri yer almaktadır.
Divan Meydanı'nı sarayda padişahların selamlık hayatının geçtiği iç saray teşkilatının bulunduğu mekânları içeren Enderun Avlusu'na Bab-üs Saade (kapısı) bağlar. Sultanı temsil eden kapıda cülus, biat, bayramlaşma ayak divanı ve cenaze törenleri yapılırdı. Bu olayların dışında sultanlar kapıyı ve Divan Meydanı'nı kullanmazlardı. Padişah evinin cümle kapısı olarak kapalı tutulan kapının arkasına izinsiz geçmek, mutlak iktidara yapılan en büyük hukuk ihlâli sayılırdı. Bab-üs Saade Ağası denilen saray sorumlusunun kontrolündeki bu baldaken formlu geçit, günümüze 18.yüzyıl sonlarında yapılan Rokoko düzenlemelerle ulaşmaktadır. Sarayın padişah öncülüğünde oluşturulan selamlık bölümü Enderun, "Harem-i Hümayun" olarak da adlandırılmaktadır. Bu bölüm, günün geçirildiği Selamlık ile gecenin geçirildiği Harem bölümlerinden oluşmaktadır. Devlete yüksek bürokrat ve askeri şef yetiştiren eğitim aşamaları Enderun avlusunun biçimlenmesinde önemli rol oynamıştır.
Bab-üs Saade ağasının kontrolündeki bu bölüm sultanın şahsına ait yapılardan ilki Bab-üs Saade bütünlüğündeki Arz Odası'dır. Revaklı ve tek hacimli bu sembolik mekân, sarayın ortasındaki konumuyla da Osmanlı merkeziyetçiliğinin sembolüdür. 16.yüzyılda donatılan bu mekân bu yüzyıl sonunda konulan baldaken taht, sultanın divan üyelerini ve yabancı devlet elçilerini kabullerinde ve cüluslarında kullandıkları mücevher döşemeli tahttır. Sultanların resmi kabul salonu olan bu yapının kendine özgü zengin dekoru ve protokolü, sultanla yüz yüze gelme şerefine erişebilen nadir bir grubun görebildiği şeylerdi. Bu yapının arkasında sarayda özel bir ilgi unsuru olan ve kudret sembolü olarak da görülen süs ve av kuşlarının bulunduğu 16.yüzyıldan kalma Havuzlu Köşk vardı. 18.yüzyıl başında III. Ahmed'in Lale Devri'nin zarif klasik üslubuyla inşa ettirip Enderun ağalarına vakfettiği kütüphanesi ise çıkmalı, merkezi planıyla bir diğer sultan yapısıdır. Sultana ait yapıların bu avludaki diğer örnekleri avlu köşelerindeki Enderun Hazinesi (Fatih Köşkü) ve Hasoda'dır (Kutsal Emanetler Dairesi). Fatih Sultan Mehmed'in sarayla birlikte yaptırdığı revaklı ve muhteşem İstanbul manzarasına mermer bir terasla açılan klasik Osmanlı konutu tipindeki kesme taştan köşkün, planına rağmen, baştan beri Osmanlı saray hazinesi olarak kullanıldığı anlaşılır. Arka arkaya kubbeli odaların gerisinde sultan ve enderun ağalarına ait anıtsal bir hamamı da içerdiği bilinen bu binaların hazine eşyasını koymak amacıyla kullanılmış geniş bodrum katları vardır. Sultanların her türlü varidattan ve tabi ülke harçlarından aldıkları beşte bir payın ve hanedan haslarıyla hadika saraylarının gelirlerinin nakit bölümünü oluşturduğu bu efsanevi hazine, aynı zamanda saltanat mücevherleri ve takılar başta olmak üzere ihsan edilen kürkler, hil'atlar, zengin saray giysi ve kumaşları, değerli yazmalar, kutsal emanetler gibi saray için üretilmiş veya hediye olarak gönderilmiş her türlü sanat eserini de içeren bir koleksiyondu. Sarayın devlet hazinesinden ayrı olarak finanse edildiği bu ihtiyat hazinesi ve sanat koleksiyonu, devlet maliyesi sıkıştığında devreye girerdi. Günümüzde de Osmanlı hazinesinin teşhiri için kullanılan bu mekânlarda, sayısız murassa eser arasında dört taht (Bayramlaşma-Cülus, İtfariyye, Sefer ve Nadir Şah tahtları), Osmanlı hükümdarlık sembolü olan askı ve sorguçlar, Topkapı hançeri ve kaşıkçı elması en ünlüleridir. Hazinedarbaşı sorumluluğunda hazine koğuşu erkânıyla birlikte sultanların girebildikleri hazineden eşya yazılı olarak çıkar ve iade edilirdi. Kullanım hakkı hanedanda, ancak mülkiyeti millete ait olan bu hazineye sultanların zaman zaman ecdadlarından kalan ve kendi dönemlerinde konulan eserleri incelemek için girdikleri bilinir. Yabancı hükümdarlardan değerli hediyeler hazineye geldiği gibi, bu hükümdarlara aynı değerde hediyeler giderdi. Hazine envanterinin bir bölümünü sultanların kutsal yerler için gönderdikleri eserler oluşturmaktadır.
Enderun avlusunda sultanlara ait en önemli yapı, Hasoda'dır. 15.yüzyılda dörtlü bir geometrik planla yapılmış bu değerli yapı, sultanların saray selamlığındaki özel ikametgâhları idi. Arzhane, Aslanhane, Hasoda gibi bölümlere ayrılan bu mekânda sultan şehzadeleri başta olmak üzere enderun ağaları ile görüşür, eğlenir, divan vezirlerini zaman zaman kabul ederdi. Bu gelenek 17. yüzyıla kadar sürmüştür. Baştan başa çeşitli dönemlerin çinileriyle kaplanmış olan bu bina 19.yüzyıldan beri Kutsal Emanetlerin teşhiri amacıyla kullanılır. Yavuz Sultan Selim'in 16.yüzyıl başlarında Memluk İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra, Mekke ve Medine'den Hz. Muhammed ve ilk halifelerin kutsal eşyalarını ve röliklerini Abbasi Halifeliği kanalıyla getirip Hazine ve Hasoda'ya aldırarak İslam halifesi olduğunu bildirmiştir. Osmanlı sultanları için ümmet esasına dayalı bir imparatorluğun yöneticisi olarak bu eserleri korumak ve onların temsil ettiği ideal uğruna yaşamak başlıca yönetim prensibi olmuştur. Bu eserler arasında Hz. Muhammed'in hırkası (Hırka-i Saadet), kılıçları, rölikleri, Sancak-ı Şerif, ilk halifelerin kılıçları, semavi dinlerin tarihlerinden gelen çeşitli eserler vardır. Bu eserler, Ramazan ayının onbeşinde bir saray töreniyle saraylılara, vezirlere ve harem halkına gösterilirdi. Enderun avlusuna ve Harem Dairesi yanındaki sultanların özel avlusu olan Sofa-i Hümayun Taşlığı'na açılan Hasoda'nın bakımında görevli 40 ağa enderun mektebinin en yüksek aşamasına gelmiş ve sultanla beraber olmaya hak kazanmış ağalardır.
Enderun avlusunun ağaların eğitim yeri ve ikametgâhı olan koğuşları ise kenarları sınırlamaktadır. Avluya revaklarla açılan ve içte küçük hol çevresinde koğuş ve hamam mekânlarına sahip olan bu koğuşların eğitim kademesine göre sıralanan bir düzeni vardı. Bab-üs Saade'nin yanlarında acemi ağalara mahsus Büyük ve Küçük Oda koğuşları, 17. yüzyılda II. Selim Hamamı'nın yıkılmasından sonra yapılmıştır. Günümüzde bu koğuşta padişah ve hanedana ait elbiseler sergilenmektedir. Hazine ile Hasoda arasındaki avlu kenarında ise kilerler ve hazine koğuşları bulunurdu. Sultanın her türlü yemek ve ikram hizmetlerini sağlayan bu koğuş, günümüzde müzenin idari bölümü olarak kullanılmaktadır. Bu koğuşlardan Hazine ve Hasoda Koğuşu, Enderun Hazinesi'nin korunduğu Hazine Koğuşu binası, günümüzde, Osmanlı İslâm minyatür, yazı ve hat gereçlerinin sergisinde kullanılmaktadır.
Enderun avlusunda ve özgün yapısıyla Fatih Döneminden kalan Ağalar Camii yer almaktadır. Burada enderun ağalarının yanı sıra olduğu kadar padişah da ibadet ederdi. 18.yüzyıldan kaldığı sanılan ve 17.yüzyıl Osmanlı çini sanatının zengin örneklerini içeren bu üç bölümlü yapı, bugün müze kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Enderun avlusunun koğuşları arasında sarayın IV. yeri olan iç bahçe ve kasır geçişleri gibi Harem'in Kuşhane Kapısı da bu avluya açılmaktadır. Burada ayrıca padişaha ait özel bir mutfak teşkilatı da yer almaktadır.
Sarayın, Sarayburnu'na bakan arka bölümünde sultanın ve ailesinin zevkine mahsus köşkler vardır. Hasoda ve Harem gibi, sarayın hanedanını ilgilendiren özel bölümlerden biri olan Sofa-i Hümayun terası üzerindeki mermer havuz, köşkleri birbirinden ayırmaktadır. Seyir köşkü olmalarının yanı sıra sohbet, giyinme ve kütüphane mekanları da olan bu köşklerden Sünnet Odası, özellikle cephesindeki renkli sırlarla göze çarpmaktadır. IV. Murad'ın Revan ve Bağdat fetihlerinin anısına yaptırdığı kubbeli ve eyvanlı çokgen köşkler ise Osmanlı klasik saray mimarlığının son örnekleridir. Revaklarla avluya açılan bu köşklerin cepheleri de çini kaplıdır. Eyvanlardaki sedirleri, kubbeli orta mekânlardaki mangalları ve görkemli çini süslemeye katılan tombak ocakları ile bu köşkler, sarayda sultanların yaşadıkları yeryüzü cennetinin somut örnekleridir. Sultan İbrahim'in yaz akşamlarında iftar ettiği terasta, tombak, baldaken kameriye ve havuza açılan mermer şahnişin gibi detaylara da yer veren bu lüks terasta, meşveret meclislerinin de kurulduğu bilinmektedir.
IV. yerin Marmara ve Sarayburnu'na bakan Lala (Lale) Bahçesi'nde ise Hekimbaşı Odası (Başlala Kulesi) yer almaktadır. Burası, başhekim sorumluluğunda bir ecza deposu ve dairesiydi. Sultanların sağlığından sorumlu hekimbaşıların denetiminde olan bu kuleden günümüze çok sayıda saray ve ilaç şişeleri kalmıştır. Hisarpeçeye oturtulan ahşap ve iki bölümlü Sofa Köşkü ise 18.yüzyıl ortasında Rokoko süslemesiyle bahçeye açılan bir divanhanedir. Özellikle sarayda "Halvet" ilan edilerek yapılan büyülü gece ve gündüz eğlencelerinde harem halkına da açılan köşk, altyapısı bir köşe burcu olan Bağdat Köşkü'ne hisarpeçe ile bağlanır. Bu alandaki bahçelerde sultanların bizzat yaptığı ve oyunları seyrettiği, IV. Murad'a ait ve Hekimbaşı Kulesi'ne dayalı bir taş tahttan anlaşılmaktadır. Bahçenin Marmara yönündeki mermer terasına ise 1850'lerin başlarında Mecidiye Köşkü yapılmıştır. Köşkün aynı üslupta serbest yükselen Esvap Odası ilginç bir detaydır. Bu köşkün tuğla kemerli altyapısının geçmişi Fatih Dönemi ve öncesine olsa gerektir. Bahçenin diğer bir yapısı ise, 19.yüzyıl ortasında Neoklasik üslupta inşa edilen Sofa Camii'dir. Bahçe, Sarayburnu yönündeki Hasbahçe'ye Balyanlar üslubunda iki kuleli bir kapıyla bağlanmaktadır.
HAREM
Topkapı Sarayı'nda Bab-üs Saade duvarı ile ayrılan idari ve özel bölümler Harem Dairesi için de geçerlidir. Bu duvar ekseninin devamında Harem'in Divan Meydanı yönündeki yapıları, kızlarağası yönetiminde ve haremağaları elindeki dış hizmet grubunun veya cariye olarak iç hizmet kadrosunun ikâmet mekânlarını oluşturur. Harem'in Karaağlar Taşlığı'na ve söz konusu ana duvara açılan Cümle Kapısı ise hanedan ve üst düzey saray kadınlarının yaşadığı esas Harem bölümüne ile bu bölüm Altınyol ile bağlanan ve Hünkar Sofası çevresinde dizilen, padişah ve şehzadelerin yaşadığı Harem'deki Selamlık bölümlerine açılır. Karaağa-cariye, Harem ve Selamlık bölümü olarak gelişen Harem'de yapı kronolojisini ortaya koymak, sarayın diğer bölümlerini açıklamak kadar kolay değildir. İslâm geleneğinin aileye kazandırdığı kutsallık ve gizlilik prensibi, Osmanlı sarayında en ulaşılmaz ve dramatik örneklerinden birini vererek haremin mimarî kuruluşu hakkında kaynaklar sunmuştur. Ancak tarihsel olaylar, kurumlaşma, mimarî üsluplar ve sarayın topografyası, harem yapılaşmasının 4 ana devirde gerçekleştiğini göstermiştir.
I- Fatih Sultan Mehmet ile Kanuni Sultan Süleyman Devri arasında 15.yüzyıl sonu 16.yüzyıl ortasındaki ilk dönem: Topkapı Sarayı'ndan önce Beyazıt'a yapılan İstanbul'daki ilk Osmanlı sarayı olan Eski Saray ile Topkapı Sarayı bu ilk dönemde Kadınlar Sarayı (Saray-ı Duhteran) denilen bir daireden oluşmaktaydı. Günümüzde bu daire değişmiş ve sonraki yapılaşma nedeniyle bağımsızlığını kaybetmiş durumdadır ve Baş Haseki dairesi adıyla bilinmektedir. Adalet Kulesi'nden itibaren Harem Cümle Kapısı, Başhaseki Dairesi, I. Selim Kulesi, Bağdat Köşkü ve Hekimbaşı Kuleleri gibi çıkmalar hisarpeçe üzerinden kule köşkleri halinde orta zaman kale-sarayları tarzında düzenli bir yapılaşma ortaya koymaktadır. Bu dönem Harem yapıları dış sofalı konut mimarisiyle uyum içindedir. İlk dönem alanı, 16.yüzyıl sonlarında üzerine padişah ve valide sultan daireleri ile cariye koğuşlarının yapılacağı bahçe duvarlarıyla sınırlanmıştı.
Geniş bir cariye ve hadımağası kadrolaşmasına gerek duyulmayan bu ilk dönemde, Harem'in Arabalar Kapısı ve Adalet yönünün Harem dışında serbest bir alan olduğu anlaşılmaktadır. Kuleyi Çinili Köşk'e bağlayan ve Büyük Biniş denilen at rampasının aksı ile kulenin serbest yükseldiğini kanıtlayan altyapısı da bu fikri desteklemektedir. İlk dönemin diğer bir önemli yapı grubu da Harem'in Hasoda yanındaki çıkışta yer alan Selamlık Dairesi olmalıdır. Hamamlı ve I. Selim Kulesi olarak adlandırılan kule-köşkün, şehzadelerin gözetimi altında baştan beri eğitim için ayrıldığı bilinmektedir. Bu alan 16.yüzyıl sonundan itibaren Şimşirlik Kafesi denilen ve bahçeleri de kapsayan Şehzadegan dairelerinin de çekirdeğini oluşturmuştur. Valide ve Gözdeler Taşlığı çevresindeki yapılardan oluşan bu ilk dönem yapılarının ilginç bir sürekli revak düzeniyle kuşatıldıkları anlaşılmaktadır.
II. Kanuni Sultan Dönemi: Bu dönem, haremin Topkapı Sarayı'na yerleşmesiyle, karizmatik bir kişiliğe sahip olan Haseki Hürrem Sultan ve Kanuni Sultan Süleyman ile başlamıştır. 1520-30 yılları arasında Topkapı Sarayı genişledikçe niteliği de değişmiştir. Hürrem Sultan'ın Eski Saray'daki haremden çıkarak çocuklarıyla Topkapı Sarayı hareminde sürekli yaşaması; ailenin tüm ihtiyaçlarının da Topkapı Hareminde karşılanmasına yol açmıştır. Bu dönemde Topkapı haremine gelen karaağalar ve cariyeler için yan yana fakat ilişkisiz birer avlu çevresindeki iki koğuş düzeni, haremde hanedan yapılarının dışında, fakat onları kuşatacak, hatta koruyacak şekilde yapılmış olmalıdır. Bu yapılarının işlevsel olarak Kızlarağası Dairesi ile Cariye Hamamı'nı da içerdiği anlaşılmaktadır. Bununla bağlantılı olarak, haremin önemli bir unsuru olan Usta ve Kalfalar Dairesi de Fatih Döneminde yapılan Valide Taşlığı'nı Başhaseki Dairesi karşısında sınırlayan kanada taşınmış olmalıdır. Bu dönemde, Hürrem Sultan'ın konumuna uygun olarak Başhaseki Dairesi'ne ismini verdiği ve Kanuni'nin de III. Murad Döneminde yenilenecek olan haremdeki Hasodası'nı yaptırdığı anlaşılmaktadır.
III. III. Murad ve Nurbanu-Safiye Sultan Dönemleri: 16.yüzyıl sonunda Osmanlı sistemi gibi, harem kurumlaşmasının da sarayda tamamlandığı görülür. Geleneksel Türk-İslâm ailesindeki anaerkil yapının Osmanlı saray haremindeki gerçek ve değişmez görüntüsü Valide Sultan olmuştur. Nurbanu Sultan ve Haseki Safiye Sultan'ın çekişmeli ilişkileri içinde karizmatik iki figür arasında bocalayan III. Murad, bu gerilimli yönetimin Topkapı Sarayı Harem'inden idare edileceği bir yapılaşmaya gitmek zorunda kalmıştır. Topoğrafik şartlardan ötürü payeli bir strüktür üzerinde yükseldiğinden, dönemin klasik mimari anlayışına uygun bu zengin cephe yapıları, haremde güç paylaşımını da temsil etmektedir. Cariye koğuşları bu yeni yapılaşmayla görkemli dairelerin altyapıları olurken, eski Cariye Taşlığı, giderek ikbal ve diğer kadınefendilerin sade bir cephelemeyle de olsa manzaradan, yani haremde odaklanan iktidardan pay alabildikleri bir kimliğe bürünmüştür. Haremde gerek cephede, gerekse Valide Taşlığı'ndaki konumuyla merkez durumundaki Valide Sultan Dairesi perspektif ve cephe açısından sarayın en detaylı yapısıdır. Bir cephe kademesiyle kadınefendi dairelerinden ayrılan Valide Sultan Dairesi, hünkar hamamları sistemi ile mekânsal açıdan Hünkar Sofası ile başlayan Sultan ve Selamlık dairelerine bağlanırken, cephede de anıtsal bir revakla vurgulanmıştır. Valide Sultan Dairesi bu mekânsal önemini tarihte korumuş, Kadınlar Saltanatı denilen ve Valide Sultanların naibe oldukları 17.yüzyılda siyasi olayların sahnesi olmuştur.
Mimar Sinan ve Davud Ağa gibi başmimarlar elinde klasik Osmanlı zenginliğinin ve sanatının kudreti, Hünkar Hamamları ve Hünkar Sofası ile temsil edilmiştir. Harem ve sarayın en büyük tören, kabul ve eğlence salonu olan bu kubbeli klasik yapının daha sonraları değişmiş olan bir cephe görüntüsü ve iç dekoru vardır. Bu sofanın yanındaki III. Murad Hasodası ise, bir Mimar Sinan yapısı olarak Osmanlı klasik mimarisinin, Osmanlı mantık ve estetiğinin ulaştığı denge ve simetrinin canlı bir örneğidir. Osmanlıların üretebildikleri en zengin çinilerle kaplanmış olan iç mekândaki kubbeli yapı, altyapıya yerleştirilen bir havuzla dengelenmektedir. Böylece mekân ve cephede yaratılan padişah, valide sultan ve kadınefendi hiyerarşisiyle, harem kurumlaşmasının değişmez esasları oluşturulmuştur. Klasik mantıkla yaratılan bu rasyonel mimarî düzenleme, harem bahçesindeki büyük havuz ile sürdürülür. Saray sisteminin ve harem hiyerarşisinin Topkapı Sarayı'na yerleştiği bu devrin diğer bir kompleksi de Şehzadegân Dairesidir. 16. yüzyılda Anadolu ve İran'la tehlikeli gelişimler gösteren şehzadelerin saray ve kendi aralarında giriştikleri iktidar kavgaları, sancak beyi olarak tayin edilen şehzadelerin bu dönemde hareme alınmalarına neden olmuştur. Ayrıca Fatih Kanunnamesi'nde devletin devamı için şehzade katline izin verilmesi nedeniyle kamuoyunda saraya karşı oluşan muhalefet de şehzadelerin harem ve hanedan içinde gözetim altında yaşatılmalarını gerektirmiştir. 16.yüzyıl sonlarında haremin devlet üzerindeki otoritesi protokoler cephe yapılarıyla vurgulanırken, ilk dönem haremin özü olan Altınyol, Başhaseki Daireleri üzerine de girift Şehzadegân dairesi yapılmış, bu sistem hamamlı I. Selim'in Kulesi'nin yanı sıra harem bahçesinden kazanılan Şimşirlik bahçelerindeki yapıları da kapsamış haremin dramatik tarihinin sembolü ve en geniş dairesi olmuştur.
15-17. ve 18.yüzyıllar: Bu dönemlerde, 16.yüzyıl sonunda hızlı bir iç dinamikle tamamlanan harem yapılarının ek bölümleri kurumsal zorunluluktan değil, çok harem halkının kalabalıklaşması ve yangınlar nedeniyle oluşmuştur. Sonraki yapılaşmanın sembolik nedeni, bir hükümdarlık sembolü olarak sultanların sarayda Hasoda yaptırma geleneğidir. Bu dönemde oluştuğu bilinen bir yapı grubu da haremin hastane avlusu civarıdır. Bu devirde ayrıca valide sultanların artan gücüyle orantılı olarak dairenin üst katına odalar eklenmiştir.
18.yüzyılda batının yaşayış ve sanat üzerindeki etkisi doğaya ve hafifliğe daha fazla yer veren Barok ve Rokoko dekorasyon uygulamaları-ilkin III. Ahmed'in Hasodası'ndaki (Yemiş Odası) natürmort tasvirli panolarda görülmektedir. Yüzyıl ortalarında ise sultanlar, zenginleşen ve hafifleyen bir Rokoko romantizmini yaptırdıkları köşklere ve iç dekorasyona yansıtmışlardır. Klasik dönemin cepheye çıkma yapan Hazine Odası ve yanındaki Hasoda, I. Abdülhamid Döneminde aynı dekorasyonla kaplanırken, I. Selim Kulesi kısmen yıkılarak yerine konak görünümündeki ahşap Mabeyn ve İkballer Dairesi yapılmıştır. Tarihte Şimşirlik Alanı olarak dramatik bir karaktere sahip olan bölge, 18.yüzyılda hanedanın serbest yaşantısına açılmış ve şehzadelere çifte kasırlar verilmiştir.
Harem yapılarında değişik sanatsal üsluplar göze çarpmaktadır. Osmanlı siyasetini, kültür ve sanatını olduğu gibi gösteren Topkapı Sarayı nadir bir müze örneğidir. Klasik hiyerarşi, güç ve anlamlı bir ihtişam döneminin sembolü olan Topkapı Sarayı, Rokoko eklerle ömrünü tamamlarken, yerini Tanzimat Dönemi Boğaziçi saraylarına bırakmıştır.
AĞRI İSHAK PAŞA SARAYI
İshak Paşa Sarayı, saraydan öte bir külliyedir. İstanbul Topkapı Sarayı'ndan sonra son devirde yapılmış sarayların en ünlüsüdür.
Doğubeyazıt İlçesi'nin 5 km. doğusunda, bir dağın yamacındaki tepe üzerine kurulan Saray, Osmanlı İmparatorluğu'nun Lale Devrindeki son büyük anıt yapısıdır. 18. yy. Osmanlı mimarisinin en belirgin ve seçkin örneklerinden olduğu kadar, sanat tarihi yönünden de değeri büyüktür. Sarayın Harem Dairesi Takkapı kitabesine göre yapılış tarihi Hicri 1199, Miladî 1784'tür.
Saray binasının bulunduğu zemin vadi yakası olduğundan, kayalık ve sert bir yerdir. Eski Beyazıt şehrinin merkezinde olmasına rağmen, bu yapının üç tarafı (kuzey, batı, güney) dik ve meyillidir. Sadece doğu tarafında müsait bir düzlük vardır. Sarayın giriş kapısı buradadır. Aynı zamanda en dar cephesidir.
Saray, kalelerin özelliğini kaybettiği; ateşli silahların bulunduğu bir çağda yapıldığından, doğu yönündeki tepelere karşı müdafaası zayıftır. Cümle kapısı müdafaa bakımından en zayıf noktasıdır. Cümle kapısı bölümü, İstanbul ve Anadolu'da kurulan saraylarınkinden farksız olup, taş işçiliği ve oymacılığı yönünden muntazamdır.
Türklere özgü tarihi saray örnekleri bugün ülkemizde pek az sayıda kalmıştır. Bunlardan biri de İshak Paşa Sarayı ve Külliyesi'dir.
İshak Paşa Sarayı şu mimari bölümlerden meydana gelir:
1- Dış cephe,
2- Birinci ve ikinci avlu,
3- Selamlık dairesi,
4- Cami binası,
5- Aşevi (Darüzziyafe),
6- Hamam,
7- Harem dairesi odaları,
8- Merasim ve eğlence salonu,
9- Takkapılar,
10- Cephanelik ve erzak odaları,
11- Türbe binası,
12- Fırın,
13- Zindan,
14- İç mimariden bazı bölümler (kapılar, pencereler, dolaplar, şerbetlikler, şömineler vs.)
Saray Osmanlı, Fars ve Selçuklu uygarlığının mimari üslubunu bünyesinde toplayan bir özellik taşır. Cildıroğullarından II. İshak Paşa ile Çolak Abdi Paşa'ca 1685'te yaptırılan saraya, 1784'te son şekil verilmiştir. Yapı yaklaşık olarak 115x50 m. ölçülerinde bir alana kurulmuştur. Kesme taştan yapılan sarayın doğu cephesindeki portali kabartma ve süslemeleriyle Selçuklu sanatının özelliklerini yansıtır.
Saray iki avlu ve bu avluda bulunan yapılar topluluğundan meydana gelmiştir. Birinci avludaki yapıların bazıları yıkılmıştır. Dört tarafı yapılarla çevrili ikinci avlu dikdörtgen planlıdır. Girişe göre sağ tarafta selamlık ve onun arkasında haremlik vardır. Bunların sonunda cami ve türbe bulunmaktadır. Türbe Selçuklu kümbet mimarisi üslubunda inşa edilmiştir. Saray bölümü iki kattan oluşmaktadır. 366 oda da bu iki kat içinde yer almaktadır. Her odada taştan yapılmış ocaklar vardır. Taş duvarlardaki boşluklar bütün yapının merkezi bir ısıtma sistemine sahip bulunduğunu göstermektedir. Divan salonu 20x3 m. boyutlarındadır. Duvarları ve tabanı taştandır. Duvarları Türk hat sanatının örnekleriyle, sülüsle yazılmış ayet ve beyitlerle süslüdür. Burada yer alan "İshak meram üzere kerem kıldı cihanı-Binyüzdoksandokuz buna oldu tarih" beytinden sarayın miladî 1784 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır. Sarayın ikinci avlusundaki türbe, kesme taştan yapılmıştır. Bu sekizgen türbe, Selçuklu türbe mimarisi geleneğinin tipik örneği olan kümbet şeklindedir ve iki katlıdır. Duvarları geometrik motiflerle süslüdür. Bu türbede Çolak Abdi Paşa, İshak Paşa ve yakınları yatmaktadır.
Küçüksu Kasrı
Küçüksu Kasrı’nın bulunduğu Boğaziçi’nin bu şirin yöresinde, yerleşim tarihi Bizans Dönemine dek inmektedir. Osmanlılar Döneminde de ilgi çeken ve “Kandil Bahçesi” adıyla padişahın has bahçelerinden biri olarak kullanılan Küçüksu ve çevresini IV. Murad’ın (1623-1640) çok sevdiği ve buraya “Gümüş Selvi” adını verdiği bilinmektedir.
17. yüzyıldan başlayarak çeşitli kaynaklarda “Bağçe-i Göksu” adıyla geçen yörede, özellikle 18. yüzyıldan başlayarak yoğun bir yapılaşma izlenmektedir. Sultan I. Mahmud Döneminde (1730-1754) Divittar Mehmed Paşa, padişah için bu Hasbahçe’nin deniz kıyısına iki katlı ahşap bir saray yaptırmış, bu yapı III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) dönemlerinde de onarılarak kullanılmıştır.
Sultan Abdülmecid Dönemi (1839-1861), özellikle saray ve kasır mimarlığında batılı biçimlerin tercih edildiği yıllardır. Abdülmecid, Dolmabahçe ve Ihlamur yapılarında uygulattığı yenilikleri, Küçüksu Kasrı’nda da uygulatmış, eski ve ahşap yapıyı yıktırarak yerine bugünkü kasrı yaptırmıştır.
1857 yılında hizmete giren yeni Küçüksu Kasrı’nın mimarı Nikogos Balyan’dır. Bodrumuyla birlikte üç katlı olan kasır, 15x27 m.lik bir alan üzerine yığma tekniğiyle ve kargir olarak yapılmıştır. Bodrum katı kiler, mutfak ve hizmetçilere ayrılmış, diğer katlarsa bir orta mekâna açılan dört oda biçiminde düzenlenmiştir. Bu özelliğiyle geleneksel Türk evi plan tipini yansıtan yapı, genellikle dinlenme ve av amaçlı olarak kullanılan bir “biniş kasrı” niteliğindedir.
Devlete ait diğer saray yapılarının tersine yüksek duvarlarla değil, dört yönde kapısı olan ve döküm tekniğiyle yapılmış zarif demir parmaklıklarla çevrilidir. Abdülaziz Döneminde (1861-1876) cephe süslemeleri elden geçirilen yapı, zaman zaman çeşitli onarımlar görerek günümüze ulaşmış, ancak bu arada eski saraydan kalan ve çeşitli işlevlerdeki ek yapılarını yitirmiştir.
Kabartmalarla süslü ve hareketli deniz cephesinde, bu cepheye yaslanmış şadırvanlı küçük havuzunda, merdivenlerinde çeşitli batılı süsleme motifleri kullanılmıştır. Oda ve salonlar değerli sanat eserleriyle döşenmiş, bu iş için Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiştir.
Alçı kabartma ve kalem işi süslemeli tavanları, bir şömine müzesini andıran birbirinden farklı renk ve biçimde, değerli İtalyan mermerleriyle yapılmış şömineleri, her bir odada ayrı süslemeli ve ince işçilikli parkeleri, çeşitli Avrupa üsluplarındaki mobilyaları, halı ve tablolarıyla eşsiz bir sanat müzesi niteliğindeki Küçüksu Kasrı, Cumhuriyet Döneminde de bir süre devlet konukevi olarak kullanılmış ve günümüzde bir müze-saray işlevi kazanmıştır.
1994 yılında kapsamlı ve çağdaş bir restorasyon gören Küçüksu Kasrı, halkın ziyaretine açık tutulmakta, hemen yanıbaşındaki iskeleyi, çeşme meydanını ve özgün bahçesini tarihsel ve eskiden olduğu gibi halkın eğlenip dinlenebildiği bir mesire kimliğine kavuşturma çalışmaları sürmektedir. Bu çalışmalar sona erdiğinde, yapının bahçesi diğer saray, köşk ve kasırlarımızda olduğu gibi ulusal ya da uluslararası nitelikteki resepsiyonlara ayrılacaktır.
Aynalı Kavak Kasrı
Üç yüzyıl boyunca Haliç kıyılarını süsleyen ve günümüzde Aynalıkavak Kasrı adıyla tanınan yapı, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde “Ayanalıkavak Sarayı” ya da “Tersane Sarayı” olarak bilinen yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örnektir.
İstanbul’u tanıtan tarihsel kaynaklardan, yörenin Bizans Döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeri olduğu anlaşılmaktadır. Haliç kıyılarından Okmeydanı ve Kasımpaşa sırtlarına doğru gelişen bu büyük bağ ve koruya; İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak padişahlar da ilgi göstermiş ve Osmanlı İmparatorluk Tersanesi’nin Kasımpaşa’da kurulup gelişmeye başlamasıyla birlikte yöreye “Tersane Has Bahçesi” adı verilmiştir.
Buradaki yapılaşmaların tarihi, Sultan I. Ahmed Dönemine (1603-1617) dek inmektedir. Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahların yaptırdığı kasırlarla gelişen ve “Tersane Sarayı” olarak anılan bu yapılar topluluğu; 17. yüzyıldan başlayarak “Aynalıkavak Sarayı” olarak da adlandırılmıştır.
Saray bütünü içinde yer alan ve Sultan III. Ahmed Döneminde (1703-1730) yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, Sultan III. Selim Döneminde (1789-1807) yeniden düzenlenmiş ve bugünkü görünümünü kazanmıştır. Yapı; Divanhanesi, Beste Odası ve bu mekânların pencerelerini dolanan Yesarî’nin talik hattı ile yazılmış, Kasrı ve III. Selim’i öven, dönemin tanınmış şairleri Şeyh Galib ve Enderunî Fazıl’a ait şiirleriyle 18. yüzyıl mimarlık örnekleri arasında özel bir yer almaktadır.
Deniz cephesinde iki, kara cephesinde tek katlı kütlesiyle Osmanlı klasik mimarlığının son ve ilginç yapılarından biri olan Kasır; süsleme açısından da çağının beğenisini yansıtmakta, özellikle besteci Sultan III. Selim Dönemi kültürünün pek çok öğesini bünyesinde barındırmaktadır. Öyle ki, bu kültürün başlıca simgeleri olan sedir ve sedirimsi kanepe, mangal kandil gibi mobilyalarla döşeli olan odalar, bugün yok olmuş bir yaşam biçiminin görünümlerini sergilemektedir. Günümüzde bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulan Aynalıkavak Kasrı’nın zemin katı, Sultan III. Selim’in besteci özelliği de göz önünde tutularak, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan görsel kaynaklar ve kimi kurum ve kişilerin armağan ettiği çalgıların bir araya getirilmesiyle “Türk Çalgıları Sergisi” mekânına dönüştürülmüştür. Kasrın bahçesindeyse, özellikle yaz aylarında konuklara yönelik kafeterya hizmetleri, klasik Türk Sanat Müziği örneklerinin seslendirildiği Aynalıkavak Konserleri ile ulusal ve uluslararası nitelikte resepsiyonlar verilmektedir.
Ihlamur Kasırları
Beşiktaş, Yıldız ve Nişantaşı arasında kalan Ihlamur Vadisi’nin 18. yüzyılda Hacı Hüseyin Bağları adıyla tanınan bir mesire yeri olduğu bilinmektedir. Sultan III. Ahmed Dönemi’nde Padişah’a ait bir “Has Bahçe”ye dönüştürülmesine karşılık 19.yüzyılın ikinci yarısına kadar "Hacı Hüseyin Bağları" olarak bilinen bu alan, I. Abdülhamid (1774-1789) ve III. Selim (1789-1807) dönemlerinde de ilgi çekmiştir.
Sultan Abdülmecid’in (1839-1861) Osmanlı tahtına geçmesiyle birlikte yeni yapılaşmalara gidilmiş,Beşiktaş’ta Dolmabahçe Sarayı, Küçüksu Kasrı ve Ihlamur Mesiresi’nin bulunduğu bu alanda da Ihlamur Kasırları’nın yapımına başlanmıştır.
Sultan Abdülmecid Ihlamur Mesiresi’ne bugünkü kasırları yaptırmadan önce de sık sık gelir ve buradaki yalın ve küçük bağ evinde dinlenir; kimi konukları bu arada ünlü Fransız ozanı Lamartine’i burada kabul ederek görüşürdü.
Yüksek çevre duvarlarının sınırlandırıldığı 24.724 m2 lik ağaçlı bir alan içindeki Nikogos Balyan’ın yaptığı bu iki yapı; yapıldıkları 1849-1855 yıllarından bu yana kimi zaman "Nüzhetiye" kimi zaman da "Ihlamur Kasırları" adıyla anılagelmiştir.
Törenler için düşünülen ve kullanılan Merasim Köşkü: Ön cephesindeki dönemin beğenisini yansıtan Barok çizgiler taşıyan merdiveni, ilginç ve hareketli kabartmalarıyla çarpıcı bir mimarlığa sahiptir. İç süslemelerinde; Osmanlı sanatında 19. yüzyılda tercih edilen motifler ve kalem işleri kullanılmış, Avrupa’nın çeşitli üsluplarındaki mobilyalar ve döşeme öğeleriyle belirli bir bütünlük sağlanmıştır.
Padişahın maiyeti, kimi zaman da haremi tarafından kullanılan Maiyet Köşkü ise; diğerine oranla daha küçük ve daha yalındır.
Sultan Abdülmecid’in genç yaşta ölümünden sonra, Abdülaziz de (1861-1876) ağabeyinin sevdiği bu yapılara ve çevreye fazla önem vermemekle birlikte ilgi göstermiş, meraklı olduğu horoz ve koç döğüşüyle güreşlerin bazılarını bu bahçede yaptırmıştır. Sultan Mehmed Reşad’ın da (1909-1918) zaman zaman kullandığı yapıda, İstanbul’u ziyaret eden Bulgar ve Sırp kralları ağırlanmıştır.
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra 1966 yılında TBMM Milli Saraylar bünyesinde katılan Ihlamur Kasırları’nın Merasim Köşkü bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulmakta, Maiyet Köşkü ve bahçenin bir bölümünde kafeterya hizmetleri yapılmakta ve bu bahçede, diğer saray ve kasırlarımızda olduğu gibi, ulusal ya da uluslararası resepsiyonlar verilebilmektedir. Öte yandan yine bahçede, yakın bir geçmişe dek lojman olarak kullanılan Cumhuriyet Dönemi yapısı da, müze-sanat ilişkisini kuran yeni işleviyle özellikle çocukların, güzel sanatlardaki becerilerini geliştirene resim, heykel ve tiyatro çalışmalarını sürdürdükleri mekânlar olarak değerlendirilmiştir.
Şale Köşkü
İstanbul'da Yıldız Sarayı Arazisindedir. Alman İmparatoru II. Wilhelm'in üç ziyaretinde ağırlandığı bir yapıdır.
II. Abdülhamit'in isteği üzerine üç bölüm halinde (1878-1880, 1889, 1898) inşa edilmiştir.
İki katlı köşkte 60 Oda, 9 banyo, iki hamam vardır.
Sarkis Balyan, Nikolaki Kalfa, R. d'Aranco gibi mimarlar görev almıştır
Şerifler Yalısı
İstanbul Boğaziçi'nde Emirgan sahilindedir. Barok üslupta yapılmış tipi bir Türk yalısıdır. 1782 yılında yapılmıştır. Harem dairesi yıkılmıştır. Günümüze yalnızca selamlık bölümü ulaşmıştır.
Divanhanesinde güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Kalemişi tavan ve dolap süslemeleri ve duvar resimleriyle ünlüdür
Hazeranlar Konağı
Amasya'dadır. 1865 yılında defterdar Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılıp ablası Hazeran Hanım'a armağan edilmiştir. Üç katlıdır. Selamlık, harem ve hayat bölümleriyle tipik bir Osmanlı Konağı'dır.
Tavan ve dolap kapaklarının bezemeleri, ocakları ve rafları dikkat çekici güzelliktedir. 1984 yılında müze olarak düzenlenmiştir.
Kundupoğlu KonağıGeniş bir bahçe içinde yer alan iki katlı ev 18.yüzyılda Trabzon'un en iyi Türk evi örneğini teşkil ediyordu. Dış duvarlar moloz taş, iç duvarlar bağdadi ve ahşaptır. Girişi doğudaki yarım daire şeklindeki merdivenle sağlanıyordu. 1. katta girişten sonra sofaya geliniyordu. Bu dış sofa dört odaya açılıyordu. Bu kattan günümüze yalnız doğuda ki oda kalmıştır. Onunda iç düzeni büyük değişikliklere uğramıştır. 2. katta sofaya dıştan ahşap bir merdivenle çıkılıyordu. Merdivenden sonra açık bir sofa bulunuyordu. Bu sofada dört odaya geçit veriyordu. Sofadan sonra sağdaki oda evin en süslü odasını teşkil ediyordu ki bugün bu oda da değişikliğe uğramasına rağmen mevcuttur. Bu odadaki ocak ve duvardaki şerbetlikler; alçı ve ahşap oymacılığın iyi örneklerini teşkil ederler. Ayrıca duvarlarda kalem işi çiçek resimleri bulunmaktadır. Pencerelerde vitraylar vardır.
İstanbul Selimiye Camisi duvarında bir kuş köşkü. XX yüzyıl başı
Safranbolu
SAFRANBOLU'NUN YERİ, KOMŞU İL, İLÇE, KÖYLERİ VE MAHALLELERİ
Safranbolu, Kuzeybatı Karadeniz Bölgesi'ndedir. Koordinatları 41° 16' kuzey enlemi, 32° 41' boylamıdır. Karadeniz'den kuş uçumu 65 km. içeridedir. 1995 yılında Karabük'ün il yapılmasıyla, Karabük'e bağlanmıştır. Yeni yönetim düzenine göre komşu iller: Bartın ve Kastamonu; komşu ilçeler: Ulus, Eflani, Araç, Ovacık'tır. 59 köyü olup bazı komşu köyleri: Bulak, Gayıza (İncekaya), Tokatlı, Danaköy, Yazıköy, Konarı, Yörük (Yürük), Akören(Akveren), Oğulören (Oğulveren), Davutobası, Bostanbükü, Çerçen, Hacılarobası, Karıt, Başköy, Kılavuzlar, Kapullu'dur. Ovacuma ise bucak merkezidir. Yürük Köyü çok eskiden beri özellikle İstanbul'da fırıncılıkta çalışan insanları ve büyük evleri ile Safranbolu yakınında önemli bir merkezdir. Safranbolu'nun 1995 yılına göre 20 mahallesi olup isimleri: Akçasu, Babasultan, Bağlarbaşı (Bağlar), Çavuş, Çeşme, Cami-i Kebir, Hacıhalil, Hüseyin Çelebi, Musalla, İsmetpaşa, İzzetpaşa, Karaali, Kirkille, Aşağı Tokatlı, Barış, İnönü, Yeni Mahalle, Cemal Caymaz, Emek, Esentepe’dir. Kıranköy önce Misak-ı Milli Mahallesi olmuş, 1975'ten sonra da Barış ve İnönü olarak iki mahalleye ayrılmıştır.
TARİHÇE
Safranbolu çevresi Paleolitik Çağ'dan beri bir yerleşme yeri olmuştur. Eflani çevresinde üç büyük höyük bulunmaktadır. Homeros’ta bu bölge Paflagonya olarak geçer. Pers ve Helenistik dönemlerini yaşadıktan sonra Roma, Bizans döneminde yoğun bir yerleşme alanı olmuştur. Safranbolu - Eflani bölgesinde 24 tümülüs, çeşitli kaya mezarları, kabartmalar, Safranbolu güneyinde Sipahiler Köyü'nde bir Roma tapınağı sayılabilir. Safranbolu içinde Roma ve Bizans Çağları’na ait eser yoktur. Bu dönemdeki adı da belli değildir. Leonard, Safranbolu'nun eski Germia olabileceğini, Ainsworth ise Zafaran Bolı'nin eski adının yine safran kenti anlamında Flaviopolis olduğunu söyler. Osman Turan Türkler almadan önce kentin adının Dadybra olduğunu yazıyor
Türkler'in Anadolu'ya gelmesinden sonra Safranbolu tarihi, Kastamonu tarihine bağlı olarak gelişir. Bu bölge ilk önce Danişmentliler zamanında Türklerin eline geçmiştir (12.yy başı). Sonra tekrar Bizans'a geçmiş, 13. yy başlarında Çobanoğulları burada yerleşmiştir. Çobanoğulları önce Selçuklulara sonra İlhanlılara bağlı kalmıştır. 13.yy sonlarında eflani'de kurulan Kayı Boyu'ndan Candaroğulları Beyliği de burada önce Selçuklulara sonra İlhanlılara bağlı olarak yaşadıktan sonra 15.yy başlarında kısa bir süre bağımsız olmuş, sonra Osmanlılara bağlı kalarak 1461 yılına kadar egemenliğini sürdürmüştür. Kentin o dönemdeki adının Zâlifre veya Zalifra olduğu sanılıyor. Safranbolu'da Candaroğulları döneminden Eski Cami, Süleyman Paşa Medresesi ile Eski Hamam kalmıştır. Bütün bu dönemlerde ve daha sonra Osmanlı döneminde merkez hep Kastamonu olmuştur. Safranbolu, Candaroğulları döneminden başlayarak Osmanlı döneminde de uzun bir süre Taraklı Borlu adıyla anılmıştır. 18.yy'dan itibaren önce Zağfiran-Borlu sonra Zağfiranranbolu adı da kullanılmaya başlanmıştır. Rumlar ise Safranpolis veya Teadorapolis demişlerdir.
Safranbolu'nun Osmanlı dönemindeki geçmişine ait yayınlar pek azdır.Tarihî yapılarına bakarsak bazı isimler ortaya çıkıyor. Bunlardan Cinci Hoca, Köprülü Mehmet Paşa, İzzet Mehmet Paşa, Safranbolu'da eserler bırakmışlardır.
YAPI MALZEMESİ KAYNAKLARI
Taş
Civardaki kalkerler yapı taşı olarak kullanılmıştır. Bu sert mavi kalkerlerden iyi cins kireç yapılır. Küfünk denilen gözenekli hafif bir taş ahşap çatkı dolgusu ve testere ile kesilerek baca yapımında kullanılmıştır.
Ker***
Genel olarak her topraktan ker*** yapılmıştır. Özel olarak Köprücek’ten gelen topraktan yapılan ker*** beğenilirdi.
Kiremit
Çerçarı, Bostanbükü köyleri ve Çamlıca mevkiinde elde yapılmış ve pişirilmiştir.
Ahşap
Safranbolu evlerine baktıkça çok iyi nitelikte ve bol ahşap kullanıldığını görüyoruz. Bu bölgede bugün toplam alanın yarısında fazlasını ormanlar kaplar. Eski devirde bu oranın daha çok olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Bugün Karabük Orman İşletmesi alanında ağaçların %38’i köknar, %30'u kayın, % 20'si çam, % 9'u meşedir.Yapıda kullanılan ağaçlar köknar ve çamdır, çok az ceviz ve kavak da kullanılmıştır. Ev için ağaç siparişi orman köylerine veriliyordu.Gayıza, Tokatlıköy, Danaköy, Karaevli, Susundur, Arıcak, Başköy gibi dağ köyleri kestikleri ağacı balta ile yontup katırların iki yanına iple bağlayarak sürüklerler.
Daha kalın ağaçları ise öküzler taşır. Tahta el bıçkısı ya da su hızarlarında kesilir. Danaköy’de 20.yy'ın ilk yarısında 3 su hızarı vardır.
Bağlayıcılar
Kireç: Gayıza başında ormanda yakılır. Çevredeki mavi kalkerler iyi kireç verir.
Çamur harcı: Her cins topraktan ker*** hamuru gibi hazırlanır.
ÖNEMLİ TARİHİ YAPILAR
Safranbolu içinde Bizans dönemine ait yapı kalıntısı henüz bilmiyoruz. Kıranköy’deki Aya Stefanos (Hagios Stephanos) Kilisesi (Ulucami) belki de Theodora tarafından yaptırılmıştır. Eski camii bir bizans kilisesinden değiştirilmiş olabilir. Türklere ait kalıntılar Candarogullları döneminden başlamaktadır. Bu yapılar zaman içinde değişimler geçirmişlerdir. Burada yalnız en önemlileri sayarsak;
Dini Yapılar
Camilerin sayısı 30 kadardır. En eskisi Candaroğulları devrinden Süleyman Paşa Camii (Eski Cami)'dir (14.yy) Daha sonra en önemlileri Köprülü Mehmet Paşa Camii (1662), İzzet Mehmet Paşa Camii (1796), Dağdelen Camii (1768), Kazdağlı Camii (1779)’dir.
Eğitim Yapıları
Süleyman Paşa Medresesi'nin (14.yy) bugün yalnız temelleri kalmıştır.
Sosyal Yapılar
Cinci Hoca Kervansarayı (Cinci Hanı, 17.yy), Eski Hamam (14.yy), Yeni Hamam (17.yy), ayrıca 100 kadar çeşme 15 kadar köprü vardır.
Bu yapılara bakarak Safranbolu'nun 14. yy'da önem kazandıgı, 17 yy’dan 18. yy sonuna kadar bazı devlet adamlarından ilgi gördüğünü ve 18.yy'dan beri de kendi ekonomik gücünün artmasıyla 20 yy’ın ilk Çeyreğine kadar küçük cami ve özellikle çeşme olarak pek çok yapı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Yalkın, 1940’ta Şehir’de 1766, Bağlar’da 1075 ev olmak üzere 2841 ev sayıyor. Rumlar ticaret, kunduracılık, terzicilik, duvarcılık, taşcılık yaparlar ve Türkçe konuşurlardı. Yazlık evleri yoktu. Mubadelede Yunanistan’a gitmişlerdir (1924). 1965 sayımında Şehir’de 1140, Kıranköy’de 249, Bağlar’da 912 olmak üzere 2301 ev vardır.
Safranbolu’daki nüfus sayımları şöyledir:
YılNüfusYılNüfus1890-19007500-800019659771193555711970124681940 532719751470019455164198019440195053881985224041955615519902435119607352199 731387
19. yy. sonundaki nüfus sayımından önceki nüfus ve özelliklerini bilmiyoruz. Kentteki anıtların dağılışına göre önce kale içi ve çevresinde olan yerleşmenin giderek artığı, vadiyi doldurduğu, güvence ve refahın artmasıyla da bağların yazlık mahallelere dönüştüğünü söyleyebiliriz. Eskiden de herhalde nüfus on bini aşmamış olmalıdır.
Eski dönemde beyler, yöneticiler, Rumlar dışında homejen bir toplum olduğu söylenebilir. Yüksek gelir düzeyi ve devrin kapalı ekonomisi bunu sağlıyordu. Her ailenin iki evi olması bunu kanıtlıyor. Üretim ve ticaret bir lonca düzeni içinde birbirini denetliyor ve destekliyordu. Lonca kalktıktan, ekonomik düzen bozulmaya başladıktan, Demir Çelik Fabrikası da kurulduktan sonra sosyal sınıflar ortaya çıktı. Bugünkü sınıflar nüfüsa göre şöyledir. İşçiler %37, memurlar %20, küçük esnaf %11 zenaatçı %8, tacir %4, çiftçi %1, diğerleri %19.
Safranbolu çevresinde bazı yürük köyleri vardır. Bunların başlıcaları Yürük, Hacılarobası, Davutobası’dır. 1935’lerde yerleşmiş diğer yürüklerin dışında göçebe olanlar (tahtacı ve çepniler) da vardır. Ayrıca Kürtler ve Zazalar da göçebe olarak çevrede yaşarlardı.
Folklor
Safranbolu bölgenin en güçlü folklor varlığına sahiptir. Gelenekleri, töreleri, masalları, türkü, müzik ve oyunları, ayrı ayrı incelenmeye değer konulardır. Bütün bu folklor öğelerinin arkasında Türk toplumunun özelliklerini görürüz.
EKONOMİ
Safranbolu evlerini incelerken evlerin büyüklüğü, düzgün, sağlam yapılışı, iç düzenlemenin zenginliği, geniş, bol meyveli, içinde havuzu, havuzlu köşkü olan bahçeleri her ailenin yazlık - kışlık iki evi olması insanlarının güngörmüşlüğü, inceliği, saygınlığı bizi Safranbolu'daki bu zenginliğin nedenlerini araştırmaya iter.
Tarım
Kent içinde kapalı ekonomi sonucu herkes kendi yiyeceğini kendisi üretir. Bunlar sebze, meyve ve mevsimlik hazırlanarak saklanabilen yiyecek maddeleridir. Bunun dışında dışarıdan et, yağ, şeker satın alınır. Safranboluluların çok büyük bir bölümünün kent çevresinde tarlaları vardır. Şimdi Demir Çelik Fabrikalarının bulunduğu alanda da eskiden çeltik tarlaları vardı. Buğday, arpa, pirinç ve saman ortakçıya verdiği bu tarlalardan gelirdi.
Safran:
Kentin adı "Safran"la başladığına ve bugün bile yetiştirildiğine göre safrandan biraz daha ayrıntılı söz etmek doğru olur. Süsengillerden (iridaceae) safran (Crocus sativus L.), soğanlı, çiğdeme benzer, eflatun-mor çiçekleri olan bir bitkidir. Eylül-ekim aylarında çiçek açar.Dişi organın tepecikleri gün doğarken toplanır. Dikildikten bir yıl sonra çiçek açar. İki yıl çiçeği toplanır sonra sökülür. Yüz bin çiçekten toplanan tepeciklerin ağırlığı ancak 1 kg olur.
Kullanılışı: Kokusuz boyar madde olması ve ilaç etkisi nedeniyle eczacılıkta, boyacılıkta ve yemeklere katkı maddesi olarak kullanılır. Boya olarak kendi ağırlığının yüz bin katı suyu boyayabilir.
Tarihçe: Homeros ve Hippokrates safrandan söz ediyor. İran ve Keşmir'de uzun yıllardan beri yetiştirilmiştir. Moğollar Çin'e, Araplar İspanya'ya, Haçlılar Avrupa'ya yaymışlar. Eski Yunan ve Roma'da kokusu ve ilaç etkisi nedeniyle çiğneniyor. Boya olarak kullanılıyor.
Yetiştiği yerler: İspanya, Fransa, Sicilya, Apenin etekleri, İran ve Keşmir'dir. Türkiye'de İstanbul, İzmir, Safranbolu, Adana, Birecik'te yetiştirilir. Safranbolu'da üç köyde (Akveren, Oğulveren, Davutobası) bir kaç aile bu işle uğraşmaktadır.
Ekonomi: Safranın yüzyıl başında ekonomik değerinin ne olduğu hakkındaki belgeler henüz pek bilinmiyor. 19.yy sonunda Safranbolu'da ekim ayında toplanan safranın Suriye ve Mısır'a ihraç edildiğini biliyoruz. 1923'te 3200 Osmanlı lirası değerinde safran İstanbul ve Ankara'ya ihraç edilmektedir. Türkiye'de yetişen safran bugün yurt ihtiyacını karşılayamamakta, dışarıdan ithal edilmektedir.
Hayvancılık
Kent içinde her evde genellikle bir inek vardır. Sütü için beslenir. Sabahları hergele denilen sürünün çobanı hergeleciye verilir. Çevrede en çok beslenen hayvan tiftik keçisidir. Sütten yoğurt, tereyağı yapılır. Kasaplık hayvanlar daha çok erkek hayvanlardır. Safranbolu'da koyun yenmez. Keçiden sonbaharda kıyma denilen kavurma yapılır ve et kesilmediği zamanlar yenir. Hayvancılık yünü, kılı ve derisi bakımından da önemlidir.
Yaylalarda yapılan arıcılık da eski devir için önemli bir üretim koludur. Şeker yerine kullanılan baldan ayrıca balmumu da çıkarılarak ihraç edilir. Balmumu dikicilikte de kullanılan yardımcı bir maddedir.
Dericilik
Safranbolu'nun en önemli üretimi deri ve deri eşyadır. Safranbolu'da dericiliğin ne zaman başladığını bilmiyoruz. Bu işe çok uygun Tabakha ne Deresi vadisinin, hem doğal yapısı hem de tabaklamakta kullanılan su kaynağı, atık suyun kolay atılabilmesi, pis koku ve görünümlerin esas kenti etkilememesi açısından belki de çok eskiden beri tabaklığa ayrıldığını söyleyebiliriz. Dericilik 18.yy sonuna kadar Osmanlılarda ileri bir düzeydeydi. Safranbolu'daki dericilik hakkında Mordtmann 1852 yılında ekonomik değeri olduğunu yazıyor. 1890 yıllarında ise 84 tabakhane sayılıyor. Yine o yıllarda kentin nüfusu 7500 olduğuna göre dericilik çok yoğun bir üretim kolu olmalıdır. Safranbolu'nun dış etkenlerden uzak kalması ve makineleşmenin dericiliği geç etkilemesi bu üretimin 20. yy ortalarına kadar az çok devamına neden olmuştur. Loncalar 1910'da kanunla kaldırılmış olmasına rağmen gelenekler içinde etkisi gittikçe azalarak devam etmiştir. Daha sonra yarı işlenmiş derilerin Avrupa'ya ihracı kârlı olmuş ve bunları satan tacirler içinden zenginler türemiştir. 1924'te yayınlanan Safranbolu Ticaret ve Sanayi Odasının kitapçığında yüze yakın tabakhanede 415 kişinin çalıştığı; yemenici, kunduracı, dikici olarak 430 kişinin olduğu; sahtiyan, manda gönü, siyah ve beyaz vakete, kösele olarak 84.600 Osmanlı lirası ihracat yapıldığı; kösele, glase ve rugan olarak 17.900 Osmanlı liralık Avrupa deri ithal edildiği; çevreden 56.000 Osmanlı lirası değerinde sığır, manda, keçi, koyun derisi getirtildiği, deri ile uğraşan 16, yemeni, kundura, kavafiye ticareti ile uğraşan 5 tacirin olduğu yazılır. Yine aynı yıllarda Safranbolu Debbağ Şirketi bir deri fabrikasını tamamlamak üzeredir. Bu fabrika ne yazık ki çok kısa bir süre çalışabilmiştir.
Ayakkabı modası, köylü için daha ucuz lastik ayakkabıların satışa çıkması yemeniciliğin önemini azalttı. Yarı işlenmiş derilerin de Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kurulan fabrika ürünleriyle son olarak Demir ve Çelik Fabrikası dericiliğin sonu oldu.
Tabakhane: Aynı adla anılan dere boyunca bir vadi içinde yer alır. Mescidi ve kahvesi vardır. Mescid altından çıkan su kimyasal yapısı ile tabaklığa uygundur. Vadi kenarlarında yer alan doğal ve yapay çukurlara bırakılan deriler belirli bir sürede olgunlaşır. Tabaklık yorucu ve uzun süren bir iştir. Bu işte çalışanlar lonca düzeninde örgütlenmişlerdi. Çevreden toplanan ham deriler burada işlenerek en iyi işlenmiş deri haline gelir. Deri işlemede kullanılan yöntem gelenekseldir. 1975'te geleneksel yöntemle ara sıra çalışan iki işlikle,bazı işlemleri makina ile yapan iki işlik vardır.
Deri İşleyenler: Tabakhanede işlenen deriler dikiciler ,semerciler ve saraçlar tarafından alınır.
Arasta:Yemeni diken dükkân sahibi dikiciler, arasta denilen çarşıda toplanmışlardır. Yanlarında kalfa ve çırak çalıştırırlar. Arastada 46 dükkân yer alır. Çok küçük olan bu dükkânların her birinde 3-5 kişi çalışır. Yemeniler iplere dizili olarak dükkânda sergilenir. Yüzyıl başında üretilen yemeni türleri şunlardı: Kadın ayakkabıları, küçükten büyüğe: zenne, zelgerde. Erkek ayakkabıları, küçükten büyüğe: lorta, ürüzger, ulu ayak. Ayrıca mes ve süm süm mes yapılırdı. Üretilen yemeniler daha çok dışarıdan gelen kavaflara satılır. Bunlar çok sayıda hayvan ve denklerle Safranbolu’ya gelirler. Dikiciler cumartesi günü öğleden sonra, ürettikleri yemenileri sepetlere koyarlar ve alıcılara toptan verirler. Alıcılar çoğunlukla iki haftada bir gelir. Dikiciler sabahlara kadar süren uğraşlarına rağmen ancak geçinmişler, zengin olamamışlardır. Tabak ile kasım ayından kasım ayına hesaplaşırlar. Daha önce para kullanılmaz. Safranbolu'daki yemeniciliğin ne kadar etkin olduğu Kurtuluş Savaşı'nda ordu ihtiyacı bir bölümünü karşılamış olmasından anlaşılabilir. 1923'te 15.000 Osmanlı lirası değerinde kundura çevre köy ve kasabalara satılmaktadır.
1975'te arastada çalışan bir iki dükkân kalmıştır.
Semerciler ve Saraçlar: Ulaşımda önemli bir araç olan at ve eşek Safranbolu ve çevresinde çok sayıda kullanılıyordu. Bu yüzden semercilik ve saraçlık yaygın bir üretim koluydu. Çarşıda Semerciler İçi ve Saraçlar İçi adı verilen iki sokakta toplanmışlardır.1923’te semercilikte uğraşan 120 kişi olduğu bilinmektedir.
1975 yılında birkaç semerci bulunuyordu.
Nalbantlık: Kent içinde her evde bir ya da iki binek hayvanı olduğu için bu hayvanların nallanması işlemini yapan nalbantlar vardı.
Demircilik: Çarşı bölgesinde bugün bile yaşayan demirciler eski devrin çok önemli bir üretim koluydular. Tarım aletleri, koşum takımlannın parçaları, ahşap ve deri işlemeye yarayan aletler, ev ekonomisinde kullanılan aletler, yapı üretiminde kullanılan alet ve malzemeler (balta, keser, çekiç, çiviler, burgu, güllap, kilit, kapı halkası, şakşağı, demiri, yel demiri, kancası vb.) demirciler çarşısında yapılmaktaydı.
Bakırcılık: Safranbolu, çevrenin bakır çarşısıdır. Bugün yalnız kalaycılık ve dışarıdan getirilmiş bakır kap satan bakırcılar, eski devirde kendileri bakır kap yapıp satıyorlardı.
Dokumacılık
Bez Dokuına: Dokumacılık evde yapılır. Bir kapalı ekonomi ürünü olmasına rağmen üretim fazlası satılır, yerine çoğunlukla iplik alınırdı. Yüzyıl başında evlerin belki dörtte birinde dokuma tezgâhı vardı. Yine yüzyıl başında artık iplik eğirilmiyor dışarıdan getirtiliyordu. Ticaret değeri olan bez daha çok kalın bezdir. Bu bez tacire satılır. Tacir bunu boyattırır. Mavi boyalısından (Gök bez) köylüler erkek pantolonu yapar; üzerine çeşitli desende baskı yapılanı ise çite bezi adıyla satılır. Köylü kadınlar bu bezden dizlik denilen şalvar yapar. Ayrıca yatak yüzü, bohça yapılır. Tacir satın aldığı ince bezden ise üzerine baskı yaptırarak sofra bezi, karakalem yazdırarak yazma baş örtüsü yaptırır ve satar. Yollu dokunan beze alaca denir. Döşemelik olarak da kullanılır.
1923'te 72.500 Osmanlı lirası değerinde pamuk ipliği getirilmektedir. Yine aynı yıl 350 tezgâhta bez dokunmakta ve dokunan beyaz bez çevreye satılarak 21.000 Osmanlı lirası gelir elde edilmektedir.
Bugün dokumacılık kalmamıştır.
Mutaflık: Hayvan kılından harar, kıl heybe, yem torbası, kolan, at çulu, kepre, sergi (bulgur vb. serilen yaygı) bazı evlerde kadın ve erkekler tarafından dokunur. Ticaret malıdır. 1923'te mutaflıkla uğraşan 120. kişi, ticaretini yapan 5 tacir vardır. 9 bin Osmanlı liralık satış yapılmaktadır.
Bugün mutaflık kalmamıştır.
Keçecilik: Koyun yünü ve eşek tüyünden evde ya da dükkânda yapılır. Tümüyle ticaret değeri olan bir iştir. 1923'te 10 keçeci olduğu biliniyor.
GELENEK, GÖRENEK VE DİN
Gelenek, görenek ve din, azla yetinen bir yaşama felsefesi getirmiştir. Tutumludur. Lükse düşkünlük görülmez. Herşeyde yalınlık vardır. Yere oturur, yerde çalışır, yer yatağında yatar, yerde yemek yer. Evde fazla eşya yoktur. Süsleme bile malzemenin kendi yapısı içinde kalır. Malzemenin doğal görünüşü bozulmaz. Bu yüzden zengin ve fakir evleri kolay ayırt edilemez. Bu yalınlığa rağmen bir bolluk vardır. Yiyeceği boldur, çeşitlidir; odası çoktur, büyüktür; evi bile iki tanedir. Hiçbir sıkıntısı olmayan, sağlıklı bir toplumdur.
Harem-Selâmlık
Din ve gelenekler evi dışarıya kapar, bu yüzden ev içi ve bahçeler yüksek duvarlarla ayrılmıştır, pencereler kafeslidir, kadın yabancı erkeğe görünmez. Bazen aynı evin içinde bile, kadınlar ve erkekler ayrı ayrı yaşarlar. Safranbolu'da selâmlık ve harem olarak ikiye bölünmüş böyle evler vardır. Bu düzen daha çok zengin evlerinde görülmekteydi. Hacı Memişler’in bağ evi yanyana bitişik harem ve selâmlıklıdır. İncelenen evler içinde Kaymakamlar Evi'nde harem ve selâmlık girişleri değişik katta iki ayrı sokaktan sağlanmıştır. Hacı Salih Paşa Evi’nde de harem ve selâmlık için iki ayrı giriş ve iki ayrı merdiven vardır. Diğer evlerde giriş tek olmakla beraber aile yaşantısını tedirgin etmeden evin merdivenden kolay ulaşılabilen bir odası selâmlık odası olarak kullanılır. Selâmlık odaları biraz daha özenlidir. Eski örneklerde tepe pencerelidir. Tavanları daha süslüdür.
Dönme Dolap:
Eski devirde ev içinde bile kadın yakın aileden olmayan erkeklere görünmediğinden evin harem bölümünden selâmlığa hizmet eden kadınların kendini göstermeden yemek, kahve, şurup alıp vermesi için iki oda arasında bir dolap içinde dönme dolap yapılmıştı. Bu dolabın raflarına konan kaplar, dolap elle çevrilerek öbür bölüme iletilir. Bu tasarım, ayn bir selâmlık bölümü ve hizmetlileri olmayan evlerin geleneklere uyumunu yansıtıyor.
Selâmlık Köşkü:
Bazı evlerin bahçelerinde selâmlık köşkleri vardır. Bu köşkler bir ya da birkaç odalıdır. Ana oturma alanında çoğunlukla bi havuz yer alır. Bazı evlerin alt katlarındaki selâmlık odalarında da havuzlara rastlanıyor. Asmazlar'ın her iki Şehir evinde böyle havuzlar vardır. Havuz yerden 50-60 cm kadar yüksektedir. Çevresinde duvar dibinde sedirler yer alır. Curtlar'ın yazlık selâmlık köşkünde pencere duvarında direkli bir sekilik, kahve ocağı, yanda iki oda abdestlik-helâ vardır. Pencerelerde hâlâ cam yoktur. Havuzlu ana zemin kat üzerine kurulmuştur. Bağlar’da Rauf Beyler'in Evı'nde de görkemli bir selâmlık köşkü vardır. Simetrik planı az bulunur niteliktedir. İki odası ve arasındaki eyvanı, orta büyük havuzu ve çevresindeki sedirleriyle 8 metre açıklıklı havuz odası kalem işi süslemeleriyle olağanüstü bir mimarlığı yansıtır. Selâmlık köşklerine ayrı bir sokak kapısı ile bahçeden girilir. Bir tek odadan oluşan havuzlu bahçe köşklerine havuz odası orta havuzu, fıskiyesi, çevresinde sedirleri ve bazen kahve ocağı olan bu havuzlu odalar genellikle çokgen planlıdır. Bağlar'da çeşme suyu olmayan bazı evlerde ortada bir kuyu, kenarında sedirler olan kuyu odaları vardır. Bu odada da havuz odası gibi yazın serinlemek için oturulur. Kuyuda su ve meyve soğutulur.
Abdest
Dinin gereği olarak ibadet etmeden önce abdest almak zorunludur. Evde bu işler için ayrılmış abdestlik ve gusülhaneler bulunur. Yaşama birimi olan odanın boy abdesti almak için de düzenlenmiş olması aile içi yaşayışın gizliliği bakımından doğru çözümlenmiş bir sonuçtur.Yine abdest bozma ve abdest alma yakın ilişkisi helâ-abdestlik düzeni ile çözümlenmiştir.
Geleneklerin sonucu olarak bulaşık suları, helâ suyu ile karıştırılmaz. Bulaşık yıkamak için bir tasarım yapılırsa kullanılan su ayrı bir yolla başka bir çukurda toplanır. Evde ibadet için özel bir yer ayrılmamıştır.İnançlara göre temiz olan her yerde, her odada namaz kılınabilir.
Safranbolu Evlerinden Örnekler
Akçasu, Dağdelen Camisi. Yamaçların birbirine uzaklığı, gözün bütünü kavrayıp, detayı ayıracak orandadır. Yamaca yerleşen evler birbirlerini örtmezler. Karşı yamaçtan onları tek tek seyredersiniz. Arkalarında kayalıklar duvar gibi yükselir, evleri kışın sert rüzgârlarından korur.
Engebeli arazide, Çuhadar ve Gümüş Sokak’ın birleşiminde Karaosmanlar’ın şehir evi, köşe evi olarak çok büyük bir ustalıkla biçimlendirilmiştir. Taştan zemin katı, destek duvarı görevini de yaparak üst katları taşır. Üst katlar çıkmalarla hem enine hem yüksekliğine büyüyerek sokağa perde perde açılır. Köşedeki kapı, orta ve üst katlarda büyüklük ve aralıkları ustaca düzenlenmiş pencereler, orta ekseni güçlendiren üçgen alınlık ve ortasına yerleştirilen tuğra biçiminde Maşaallah ile olağanüstü bir cephe kurulmuştur. Ne yazık ki bu cephe şimdi bozulmuş durumdadır.
Evin sokak yanındaki duvarı sokağın doğal çizgisini izler. Bu duvar bahçe duvarının devamıdır. Onun üzerinde ise başka bir düzen gelişir. Son kat varılmak istenen amaçtır. Ölçüleri ile Taşatarlar Evi çok dengeli bir mimarlığı yansıtır. (Akçasu)
Hayatın ara katı da kapsayan ahşap kaplaması üst katı taşıyan dikmeleri saklar. O zaman bu koca beyaz kütle, sanki bir gölge üzerinde yükseliyormuşçasına şaşırtıcıdır. (Saraçlar şehir evi)
Zemin katı pencerisizdir. Orta katı zemin katınının devamıdır. Üst kat odaları çıkma yapar. Değişik boyda payandalar simetriği bozar. Kocaman kütle çıkma ve pencere tekrarı ile yumuşatılmıştır. Orta kat sofası camsız olup muşabaklarla dışa açılır. (Gökçüoğlu bağ evi)
Kapılar düz, düşey tahtalarla yalın bir görünümdedir. İki kanatlıdır. İri başlı çiviler (kalpaklı çivi) hem kapıyı süsler hem de arka kuşaklara tahtaları bağlar. Bini, klasik üslupta süslenmiştir. (Kayyumlar şehir evi)
Odaya giriş dolaylı olup tavanı daha alçaktır. Oda tavanı gibi teknetavan yönteminde yapılmıştır. Arkada kapısı aralık çubuk dolabı görünüyor. Sağda yüklük ve altında gusülhane vardır. Bu oda misafir odası olmalıdır. (Gökçüoğlu bağ evi, orta kat)
Türk odasının en önemli özelliği bir yaşama biçimi olarak çok amaçlı kullanılmasıdır. Hem odada oturulur, çalışılır, yemek yenir, uyunur, yıkanılabilir. Burada en büyük etken eşyaların taşınır olmasıdır. Eşyalar, gerekli olduğu zaman ortaya getirilir, kullanıldıktan sonra tekrar yerlerine konur. Bu amaçla orta alan boş bırakılmıştır. Bugüne kalmış geleneksel odaların önemli örneklerinden biri olan bu oda sahibi Nezihe Aycan tarafından titizlikle korunmaktadır. (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi)
Sedirler, ocak yanlarında da yer alabilirler.
Pahlı bir çıkma. Sofa eyvanı kemerli pencerelerle bitiriliyor. (Keçeciler şehir evi)
Ceviz ve çamdan oluşan çıtalı ve parçalı, çift kanatlı bir taban kaplaması. (Paçacılar bağ evi)
Çıtalı bir başka tavan örneği. (Gökçüoğlu bağ evi)
Kütlenin kuruluşu az bulunur niteliktedir. Bir yanda iki oda üst üste bir bütünlük kurarken diğer yanda payandalı çıkmalı üst kat değişik bir biçimde kütleyi dengelemektedir. (Müsellimler şehir evi)
Tablalı dolap kapağı, yontma bezemeli binisi ve oymalar (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi).
Aynı dolabın kapakları açık görünüşü. Raflarda bohçalara sarılı eşyalar ve kapakların yapılışı görünüyor.
Külâhlı bir ocak. Sergen, külâh üzerinde devam ediyor. Yaşmak, aynalı yöntemde yapılmıştır. Sedir örtülerine kıvılcım sıçramasını önleyen süslü koltuk başları (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi).
Mektepçiler evinin dış yüzü malakâri yönteminde bitki ve hayvan desenleriyle bezenmiştir. Bu üsluplaştırılmış desenler kökü çok eskiye dayanan bazı biçimleri hatırlatmaktadır.
Bağdadi yöntemiyle yapılmış bir teknetavan örneği ve yeni dönemde yapılan kalem işi süslemeleri (Memişoğullar bağ evi)
Tavanlar da bezemelidir. En çok kullanılan yöntem çıtalı bezemedir. Ahşap yüzeyler genellikle boyanmaz. Bu örnekte mat, macunsuz, astarsız, alttaki ahşabın dokusunu gösteren bir yağlıboya sürülmüştür. (Emirhoca zade Ahmet Bey bağ evi).
Ağaç Oyma, Sedef Kakma,Kalem İşleri
Ahşap Pencere Kanatları
XIV. yüzyıl başı, KonyaSadreddin Konevi Camisi'nden. (İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi)
Aksaray Ulu Cami Minberi
Nüştekin'ül Cemali'nin eseri. (XII. yüzyıl)
Çeşitli ahşap eserler
Rahle
Tahta üzerine altın yaldızlı gümüşle kaplı, neceflerle süslü, XVIII. yüzyıl.
(Topkapı Sarayı Müzesi)
Eşrefoğlu Camisi Mihberi
Beyşehir Eşrefoğlu Camisi'nin kündekarı tekniğiyle yapılmış minber kapısı ve yan kanadı (1298/99).
Sultan IV. Mehmet'in kayığında sedef bezemeler
XVII. yüzyıl. (İstanbul Deniz Müzesi)
İstanbul Şerifler Yalısı'nın kalem işi bezemeli dolap kapakları
(XIX. yüzyıl)
--------------------------------------------------------------------------------