29 Haziran 2012 Cuma






















       Büyükada Eski adı Prinkipo'dur. Prinkipo, Yunanca "büyük" demektir. Troçki'nin bir dönem sürgün yaşadığı Büyükada İstanbul Adaları'nın en büyüğüdür. Yüzölçümü 5,4 kilometrekaredir. Maltepe sahiline uzaklığı ise 2300 metredir. Adalar'da, biri güney, diğeri kuzeyde olmak üzere iki tepe bulunur. Güneydeki tepe, 203 metre yükseklikteki Yücetepe'dir. Kuzeydeki tepe ise isa Tepesi'dir. Ada'nın en yüksek tepesinde Aya Yorgi kilise ve manastırı bulunmaktadır. Buradaki ilk yapı, miladi 6. yüzyılda inşa edilmiştir. Bu mevkide, bir çok kilise ve manastırın kalıntıları da vardır.
 
Bunlardan bazıları bugüne kadar ulaşmış, bazıları yıkıntı olarak kalmıştır..Isa Tepesi'nde ise Hristos Kilise ve manastırı bulunmaktadır. Kumsal semtindeki Ayios Dimit-rios Kilisesi de Ada'nın önemli dini yapılarındandır. Adadaki Ortodoks cemaat, büyük ayinlerini burada yapar. Bü-yükada'da bulunan 4 camiden mimari bakımdan en dikkat çekeni 2. Abdülhamid tarafından yaptırılan Hamidiye Cami'dir. Mimari açıdan batı etkisinde inşa edilmiş bulunan mekan, Ada Cami sokağında bulunmaktadır. Görülecek mekânlara gelince, Leon Troçki'nin, Lenin tarafından kovulunca Türkiye'ye gelip yaşadığı ev ve Aya Yorgi Manastır ve Kilisesi'nin özel bir yeri var: Her yıl 23 Nisan ve 24 Eylül günlerinde sayısız mü'minin -her dinden insan var aralarında 200 metrelik bu tepeyi soluksuz tırmanıp kiliseye ulaştığını ve inancı doğrultusunda dua ettiğini, niyet tuttuğunu ya da şifa umuduyla siyah cüppeli bir Ortodoks papaza kendisini okuttuğunu görebilirsinizki bu kişiler arasında İslami kabul edilen giysiler içindeki kadın ve erkekler de azımsanmayacak bir yüzde oluşturur.

8 Haziran 2012 Cuma

Posted by Unknown | File under : ,

1922 yılında Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğan Prof. Behram N. Kurşunoğlu Albert Einstein’ın genel görelilik kuramının elektromanyetizma ile birleştirilmesi üzerine çalışmalar yapmış bir Türk fizikçisidir.
Ankara Üniversitesi ve İngiltere’deki Edinburgh Üniversitesi’ndeki eğitiminin ardından fizik doktorasını gene İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nde tamamlayan Kurşunoğlu Albert Einstein ve Erwin Schrödinger ile birlikte simetrik olmayan yerçekimi kuramları üzerinde önemli çalışmalarda bulunmuştur.

İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde fizik doktorasını tamamlayan Kurşunoğlu Albert Einstein ve Erwin Schrodinger ile birlikte ”Unified Field” teorisinin geliştirilmesinde yer almış. Bu önemli buluş bilim tarihine ”Einstein-Schrodinger-Kurşunoğlu Teorisi” diye geçmiş.
‘Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi’ adıyla yeni bir teori ortaya atan ilim adamımız
atom bombasının babası sayılan Oppenhelmer ve hidrojen bombasını bulan Edwvard Teller ve yaşayan en büyük fizikçi Dirac’ın en yakın arkadaşları arasında yer almıştır. Daha gençliğindeyken ünlü fizikçi Einstein’le irtibata geçmiş Cambridge Üniversitesi’nde doktorasını yaparken Einstein’le ilmi konular ve çeşitli teoriler üzerinde mektuplaşmıştır. 1953 yılında araştırmalar yapmak üzere Amerika’ya Cornell Üniversitesi’ne giden Kurşunoğlu Einstein’in daveti üzerine evine gitmiş orada Einstein’le aralıksız dört saat görüşmüştür. O anda Kurşunoğlu 31 Einstein de 74 yaşlarındaymış.
Bu görüşmeler esnasında Prof. Kurşunoğlu yeni teorisini ortaya attı ve Einstein’in teorisine karşılık kendi teorisinin doğruluğunu savundu. Einstein derin bir düşünceden sonra: “İkimizden biri muhtemelen doğru. Senin teorin benimkinden daha kapsamlı. Fakat zaman gösterecek.” Demiş sonra da eklemiş: ” 1905 yılında arkadaşımla labaratuarda çay içerken izafiyet teorimi anlattığımda kimse dediklerime inanmaz bana gülerlerdi. Ama sonunda kim haklı çıktı?”
Profesörümüz ‘hayatının en büyük projesi’ olarak kabul ettiği teorisini ilim dünyasına kabul ettirmeye çalışmıştır. “Einstein dahi ilmi hayatının yarısından fazlasını bu teoriyle geçirdi sonuca varamadan öldü” diyen Kurşunoğlu “Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi’nin kabul göreceği ümidini taşımış. “Teorimin kazanacağından şüphem yok. İnşallah ben yaşarken olur bu iş” demiştir.
Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisi nedir?
Kâinatın yaratılışı ile ilgili teorisini Prof. Dr. Kurşunoğlu şöyle izah etmiştir: “En büyük güç sahibi olan Allah yaratmak ve yönetmek için evreni meydana getirdi. Evrende temel ve manyetik yükler bulunmaktadır. Orbitron teorisi taşıyan bu teori evrendeki kurumsal çalışmalarımı içine almaktadır. Kâinatın meydana gelişini izah eden “Büyük Patlama” (Big Bang) isimli popüler teori yerine ilmî temel ve deneylerle ortaya çıkardığım teorim her şeyin başı olan bu konuyu ilmen izah etmektedir.
Evrenin yaratılmasında ilk 2–3 saniye içinde evrenin büyük kısmını teşkil eden 10 üssü 80 parçacık meydana geldi. Zamanın başlangıcından önce evreni kaplayan zaman öncesi güçlerin alanı vardı. Milyarlarca sene sonra bu alan çok yüksek yer çekimi sebebiyle çöktü ve bir atomdan trilyonlarca kere küçük “mikroblackholes” denilen siyah mikro delikler ortaya çıktı. Bu deliklerin yarısı maddeden yarısı ise değişik yapılı karşı maddeden meydana geliyordu. Bu deliklerden zaman öncesinde başlayan büyük bir yangın evrene dağıldı. Madde ile karşı maddenin çarpışması her şeyi imha eden patlamalara sebep oldu. Madde ile karşı madde birbirinden parçalanma neticesinde ayrılınca yeni parçacıklar zamanla yıldızlar gezegenler karşı gezegenler ve insanlar çok muhtemelen de karşı insanlar yaratıldı.”
Prof. Dr. Kurşunoğlu kara mikro delikleri de şöyle açıklamış: “Aklın alamayacağı kadar büyük yerçekiminde meydana gelen mikro siyah delikler hemen hemen “0″ boyuta yakın ve protonun 1 milyon trilyon misli ağırlıkta yeni parçacıklar. Bu ağırlık ise 1′in 10 milyonda biri ağırlıkta. Yani tespiti mümkün olamayacak ölçüde az ağırlıkta .”
Prof. Dr. Behram KURŞUNOĞLU 1950′li yıllarda Atom Enerjisi alanında çalışmalarını Türkiye’de sürdürdü ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun Kurucu üyesi oldu. Prof. Dr. Behram KURŞUNOĞLU aynı zamanda Genel Kurmay Başkanlığına danışmanlık yapmış bir dönem Birleşmiş Milletler Bilim Komisyonunda çalışmıştır. Kuantum Fiziği konusunda yaptığı araştırmalarla özellikle “Genelleştirilmiş İzafiyet Teorisini” ortaya atan kişi olarak bütün dünyaca tanınıyordu.
Genç yaşında dünya fizikçileri arasında saygın konum kazanan Prof. Kurşunoğlu 1965 yılında Miami Üniversitesi’deki Teorik Araştırmalar Merkezi’nin kurulmasında rol almış 1992′de kapanmasına kadar bu merkezde bulunmuştur. Daha sonra araştırma kuruluşu Global Foundation’ın direktörü olmuştur.
1964 yılından beri organize etmekte oldugu Coral Gables Konferans serisi ile de tanınan Kurşunoğlu 2003 yılındaki konferanstan kısa bır zaman önce kalp krizinden vefat etmiştir. Eşi Sevda (Arif) Hanım’dan İsmet ve Sevil (Kurşunoğlu-Brahme) adlı iki doktor çocuğu Ayda (Weiss) adlı bir avukat kızı vardır.
Posted by Unknown | File under : ,

1719’da III. Ahmed, Süleyman, Mehmed, Mustafa ve Bayezid isimlerindeki dört şehzadesi ile İstanbul’dan 5.000 fakir çocuğu sünnet ettirmişti. Bu muhteşem düğün Okmeydanı’nda olmuştu ve on beş gün on beş gece sürmüştü.
Sünnet için denizde yapılan eğlencelerde herkesin dikkatlerini çeken bir sahne olmuştu: padişah Aynalıkavak Kasrı’ndaydı, hemen bütün İstanbul halkı kayıklarla Halic’e dökülmüştü. Seyirci kayıkları o kadar çoktu ki, denizin yüzü kayıkla örtülmüştü.
Kürekleri kımıldatmanın bile imkânı yoktu. Gemiler tıklım tıklım doluydu. Eski mimarbaşı İbrahim Efendi’nin dev bir timsah yapmıştı. İbrahim Efendi’nin timsahı binlerce insanı hayretten hayrete düşürdü. Bu timsah kopyası, üst çenesini açıp kapayarak deniz yüzünde yarım saat kadar dolaşmış, sonra denize dalmıştı. Zevkle seyredilen bu timsah çok takdir edilmişti. Fakat bir saat sonra battığı yerden tekrar deniz yüzüne çıkınca, takdirler bir heyecan ve hayrete kalp olmuştu. Timsah bu sefer ağzını açıp durmuştu. Açılan ağzından rengârenk giysilerle beş tane rakkas fırlamış, timsahın sırtına binerek dans etmeye başlamıştı.
İbrahim Efendi’nin bu timsahına 18. yüzyılın başında denenmiş ilk denizaltı gemisi olarak bakmak mümkündür.
Posted by Unknown | File under : ,
Anadolu'da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden. Babası Osman Efendi de velî bir zâttı. İbrâhim Hakkı 1703 (H.1115) senesinde Erzurum'un Hasankale kasabasında doğdu. İbrâhim Hakkı hazretleri kendisini kısaca şöyle anlatmaktadır:

"Hicrî bin yüz on beş tarihinde bir bahar günü, İbrâhim Hakkı, Hasankale kasabasında doğdu. Bin yüz kırk senesine kadar ilim öğrenmek için çalıştı. Ârif olup dünyâyı unutarak, Allahü teâlânın aşkıyla yanıp kavruldu. İşini, gücünü, malını, mülkünü her şeyini bırakarak cenâb-ı Hakka yöneldi."



İbrâhim Hakkı, yedi yaşına geldiğinde annesi SeyyideHanîfe Hâtun'u kaybetti. Babası Osman Efendi, İbrâhim'i amcasına emânet etti ve tasavvufta kendisini yetiştirecek bir rehber, âlim aramak için sefere çıktı. Kısa sürede Siirt'in Tillo kasabasında İsmâil Fakîrullah hazretlerinin büyüklüğünü, Allahü teâlâ katındaki yüksekliğini anladı. Ondan ilim öğrenmek ve hizmet etmek için geceli-gündüzlü çalıştı. Dokuz yaşına basan öksüz İbrâhim Hakkı, babasının hasretiyle yanıyordu. Amcası Molla Ali Efendi, İbrâhim Hakkı'yı alarak Tillo'ya babasının yanına götürdü.

İbrâhim Hakkı hazretleri Tillo'da babasına kavuşmasını şöyle anlattı: "Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo'ya girdik. Dergâha vardığımızda, babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana, pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı. Aklım, onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kaldı. Gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütf ile terbiye etmeye başladı."

İbrâhim Hakkı; babasından, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Babasının arkadaşı MollaMuhammedSıhrânî hazretlerinden de, astronomi, matematik gibi zamânın fen ilimlerini tahsîl etti. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında mârifet sâhibi olmak, hasta kalbine şifâ bulmak için de İsmâil Fakîrullah hazretlerinin sohbeti ve hizmetiyle şereflendi.

İbrâhim Hakkı hazretleri, Tillo'ya geldiği günlerde gördüğü bir rüyâyı şöyle anlattı: "Rüyâmda gökyüzünü beyaz serçelerle dolu hâlde gördüm. Bir ara serçeler hep birden halkın üzerine doğru saldırdılar. Bana saldıranları babam uzaklaştırdı. Ancak bir serçe fırsat bulup, sağ koltuğuma sokuldu. Sabahleyin rüyâmı babama anlattım. Babam koltuğumun altına baktıktan sonra, orada tâûn, vebâ hastalığının belirtilerini gördü. Hastalığa yakalandığım ilk beş gün kendimden habersiz olarak yattım. Altıncı gece gözümü açtığımda babamı başucumda ağlar gördüm. Muhterem hocamız İsmâil Fakîrullah hazretleri de yanındaydı. Mübârek ellerini kaldırdı. Bana uzun uzun duâ ettikten sonra babama; "İbrâhim'in işi bitmiş iken Allahü teâlâ ihsân ederek onu yeniden diriltti." buyurarak müjde verdi."

Yine şöyle anlatmıştır:

Yaz mevsimiydi. Bir Cumâ gecesi babam murâkabe yapıyordu. Ben de yatıp uykuya dalmıştım. Rüyâmda Tillo'nun harman yerine bir anda binden çok süvâri ve piyâde asker geldi. Atlılar inerek bir yere toplandılar. Boyları iki adam yüksekliğinde olan bu askerler, at ve diğer malzemelerini harman yerine bırakıp, üstâdımız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin dergâhı kapısında saf saf dizildiler. Ben kalabalığı seyrederken, dergâh kapısının sağ yanında duran saftan birisi eğilip beni kucağına aldı. Tebessüm ederek öptü ve sol tarafında olanın kucağına verdi. O da alıp muhabbetle öptü ve solunda duranın kucağına verdi. Bu şekilde sıra ile sekizinci kimsenin kucağına geldim. O da beni öptü, onun solunda dergâhın kapısı vardı. Beni yavaşça şefkatle yere bıraktı. Kapı açıktı, içeri girdim. Mübârek hocamız Fakîrullah hazretlerinin huzûrunda sekiz seçilmiş zâtın ayakta durduğunu gördüm. Hocamız da ayağa kalktı ve onlarla müsâfeha edip sarıldılar. Bu hâle şaşırmıştım. O sırada uyandım. Bu rüyânın lezzeti canıma can katmıştı. Sevincimden rüyâmı hemen babama anlattım. Meğer babam, uyanık olduğu hâlde, benim rüyâda gördüklerimi görmüş, hâdiseye muttalî olmuş ve onlarla konuşmuştu. Babam bana şöyle tenbih etti ve; "Bu rüyâyı kimseye söyleme. Bu rûhlar için iyi olmaz." buyurdu. Sabah oldu Cumâ namazından sonra dergâhın kapısı önünde oturmuş duruyordum. Siirt tarafından at üzerinde ak sakallı bir ihtiyâr geldi. Kapının önüne gelince atından indi. Benim yanıma gelip elimi tuttu ve öptü, şaşırdım kaldım. Zîrâ bu kimseyi tanıyamamıştım. Hocamızın huzûruna girmek için izin istedi. Verdiği hediyeleri içeri götürdükten sonra hocamın yanına gittim ve; "Kapıda yaşlı bir kimse huzûrunuza çıkmak için izin istiyor efendim." dedim. "Gelsin." buyurdular. Misâfiri buyur ettim. İçeri girince oturması işâret edildikten sonra; "Ve aleykümselâm ey Seyyid Hamza! Bu Cumâ gecesi bize çok misâfir geldi." buyurdu. Hocamızın bu tatlı hitâbından Seyyid Hamza çok şaşırdı. İlk defâ gördüğü bu kimse kendi ismini nereden bilmişti. Ve gece gelen misâfirlerin arasında olduğunu nasıl anlamıştı. Bunları hem düşündü, hem de kalkıp hocamın elini öptü. Bir müddet ağladı. İzin isteyip dışarı çıktı. Bizim odaya buyur ettim. İçerde babama hâlini şöyle anlattı: "Ben Siirt'in ileri gelenlerinden Seyyid Hamza'yım. Bu âna kadar Tillo'ya hiç gelmedim. Bu büyük âlim ve velîyi de hiç ziyâret etmemiştim. Bu gece rüyâmda beş yüz kadar nûr yüzlü atlı âlim ile beş yüz piyâde evliyâya Siirt önünde karıştım. Onlarla birlikte Şeyh İsmâil Fakîrullah hazretlerini ziyarete geldik. Bu kasabayı ve yolunu rüyâda görerek öğrendim. Harman yerine geldiğimizde atlılar atından indi. Beraberce bu dergâhın kapısına saf saf dizildik. Sıra ile mübârek hocanızı ziyâret ettik. Bu dergâhın kapısı önünde şu küçük oğlunu gördüm. Evliyâlar kucaklarına alıp sıra ile sevdiler. Kapının önüne gelince çocuk içeri girdi. Ben de kapının önüne geldiğimde uyandım. Hâlâ o rüyânın tesiri altındayım, duyduğum o lezzet hâlâ devâm ediyor. Sabah olunca atıma binip rüyâda geldiğim yol ile doğru buraya geldim. Kimseye sormadan dergâhı bulup, sizleri tanıdım. Hazret-i Şeyh'e geldim. Bu gördüğüm rüyâyı anlatacaktım. Bir gün sonra da ona talebe olup hizmetiyle ve sohbetiyle şereflenecektim. Ben daha anlatmadan; "Ey Seyyid Hamza! Bu gece bize çok misâfir geldi." diyerek hem ismimi hem de rüyâda olanları anlattı. Şaşırıp kaldım." Seyyid Hamza'nın bu şaşırmasına babam şöyle cevap verdi: "Senin bu gördüğün rüyânın aynısını bu oğlum da gördü. Lâkin avâmın gördüğü rüyâları, seçilmiş evliyâ uyanık iken görüp müşâhede etmiştir. Allahü teâlânın ihsanları sonsuzdur."

İbrâhim Hakkı hazretleri on yedi yaşında yetim kalmasını şöyle anlattı: 1719 (H.1132) senesinde, benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredaşım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi, Cumâ gecesi sabaha yakın dünyâdan âhirete göçtü. Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadına ulaşarak rahmet deryâsına daldı. Bu yetim o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin kalkıp, hasta babamı görmek istediğimde, oradakiler bana; "Git, önce namazını kıl, sonra gel. Hasta şimdi rahatladı." dediler. Bu söze inanıp mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti. Gönül evim karardı. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde iken o merhamet menbâı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi kendime; "Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl ağlayacağımı ben bilirim." dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garîb oğlu Derviş OsmanEfendinin başı ucunda oturdu. Şehid rûhuna bir Fâtiha okuyup, sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında babamın da ayak ucunda idim. Bir anda Allahü teâlânın ihsânlarına kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimyâ tesiri olan nazarıyla yüzüme bakıp, tebessüm ederek tâziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet doldu. Babamı bu hâlde görünce, bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevindim. Üzüntülü duran ahbablar bu sevincime bir mânâ veremeyip hayret ettiler. Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamın himmeti bereketi ile olan bu hâdiseyi oradakiler görememişti.

Hocamız oradan ayrıldıktan sonra babamın yüzünü açıp baktım. Güler gibi bir hâli vardı. Yüzü nûrlu, bedeni sıcak ve yumuşak idi. Sanki uyuyordu.Cenâze namazına çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi.Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes üzüldü. Âlemin babası olan hocamız, bu yetimine şefkat edip iltifât eylediğinden, merhum babamdan sonra onun hizmetleri bize mîras kaldı. Mübârek hocam, bu bozuk huyluyu nice hikmet şurupları ile terbiye eyledi. Kalb hastalıklarından beni kurtardıktan sonra, kendi muhabbeti ile yaktı. Böylece bende, âhiret hâllerinde yakîn hâsıl oldu. Tevekkül etme, dert ve belâlara, ibâdete ısrarla devâm etmeye tahammül, her işe rızâ gösterme hâli hâsıl oldu. Pek kıymetli, lezîz nîmetler ihsân edildi. Hepsinden daha evlâsı ve kıymetlisi ise,Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında bilgi sâhibi olmaya, mârifetullaha kavuştum.

İbrâhim Hakkı hazretleri, babasının vefâtından sonra hocasının emriyle Erzurum'a gitti. Amcalarının da teşvikleriyle sekiz sene ilim tahsîl etti. Burada tahsîlini bitirdi, fakat gönlü, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin ateşiyle yanıyordu. 1728 (H.1140) senesinde yirmi beş yaşında iken tekrar Tillo'ya geldi. Burada hocasının 1734 (H.1147) senesinde vefâtına kadar hizmetiyle şereflendi. Sonra Erzurum'a döndü. Küçük yaşta ayrıldığı Hasankale'ye gelip, yerleşti.

İbrâhim Hakkı hazretleri, Hasankale'de evlendi, sonra İstanbul'a gitti. Mahmûd Han ile görüştü ve saray kütüphânesinde çalışmalar yaptı. Bir sene sonra talebe yetiştirmek için Abdurrahmân Gâzi Zâviyesine tâyin edilerek Erzurum'a geldi.Talebe yetiştirmek için, uzun ve yorucu bir çalışmaya girdi. Hanımı Firdevs Hâtun'dan, İsmâil Fehim ve Ahmed Naîmî isminde iki oğlu dünyâya geldi.

1755 (H.1169) senesinde tekrar İstanbul'a gitti. Sarayda, dîvân kâtibi Ali Efendi başta olmak üzere, pekçok kimselerle dost oldu. Sultan Üçüncü Mustafa Han zamânında da Abdurrahmân Gâzî zâviyesinin berâtı yenilendi.

İbrâhim Hakkı hazretleri, 1763 (H.1177) senesinde hâtıralara bağlılığı ve vefâ duygusunun çokluğundan, hocasının memleketi olan Tillo'ya gitti. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtunla evlendi. Orada kaldı. Talebe yetiştirmeye burada da devâm eden İbrâhim Hakkı bir sene sonra hacca gitti. Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devâm etti.

İbrâhim Hakkı hazretleri, zaman zaman Tillo'da, "Cebel-i Ra'sil Kuvâ" ismindeki tepeye çıkardı. Talebelerine de; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." derdi. Bu tepeye bir musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd'du. Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd. Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sâhib olup; "Memduh" lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe ilim öğrenmeye gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp herkesin hidâyete kavuşmasına vesîle olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra içlerinden ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı, ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme." buyurdu.

1778 (H.1192) senesinde ömrünün sonlarına yaklaşan İbrâhim Hakkı, vasiyetnâmesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak için uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek istiyordu. Bu sebeple oğullarının kâtib olarak yardım etmelerini istedi. Kendisi söyleyip oğulları yazdılar. Nihâyet 1781 (H.1195) târihinde bir Perşembe günü vefât etti. Tillo'da, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kabrine komşu olacak şekilde defnedildi. Ölümü için de; "Hudâyı bilmeye ancak cihâne geldi sultânım." mısraı târih olarak düşürüldü.

Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçiren İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtında, iki oğlu ve iki kızı vardı. Oğulları, İsmâil Fehim ve Muhammed Şâkir'dir. Babasının neslinin devâmını Muhammed Şâkir sağladı. Kızları Şemsî Âişe ile Hanîfe Hâtun'dur.

İbrâhim Hakkı hazretleri, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî ilimlerle de uğraşmış, canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız doktoru Lemarck, İngiliz Ch. Darvin, Hollandalı Hugo de Vries gibi batılı ilim adamlarından çok önce, canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu tekâmülde arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyâya, matematikten astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve mârifet hazînesi olan Mârifetnâme'sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdi, yâni canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfânı tahsîl etmek, onda pek açık olarak görülmektedir.

Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmayan İbrâhim Hakkı hazretleri, ideal insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat gönülle bilmek ârifin yegâne husûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gönüle, eserlerinde büyük yer vermiştir. Gönül, sevgilinin mekânıdır. Aşk sâyesinde bu sevgi vardır. Bu yollarda hikmet (fen ve sanat) vardır. Mevâlîd (varlıkların sırrını anlama) bu yolla olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâhim Hakkı; gönül sâhibi olan, fen ve sanata yer veren büyük bir âlim, hakka rızâ gösteren bir velîdir. Eserlerinin ismine ve mahlasına bakınca, bütün bunların hepsi görülür. Dîvânının adı İlâhînâme' dir. Bu ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi ilâhîdir. Mârifetnâme ise ârifîn kitabı demektir.
Posted by Unknown | File under : ,
15. yüzyılda yaşamış olan önemli bir astronomi ve matematik bilginidir. Babası Timur'un (1369-1405) torunu olan Uluğ Bey'in (1394-1449) doğancıbaşısı idi. "Kuşçu" lakabı buradan gelmektedir.

Ali Kuşçu, Semerkand'da doğmuş ve burada yetişmiştir. Burada bulunduğu sıralarda, Uluğ Bey de dahil olmak üzere, Kadızâde-i Rûmi (1337-1420) ve Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşi (?-1429) gibi dönemin önemli bilim adamlarından matematik ve astronomi dersleri almıştır.

Ali Kuşçu bir ara, öğrenimini tamamlamak amacı ile, Uluğ Bey'den habersiz Kirman'a gitmiş ve orada yazdığı Hall el-Eşkâl el-Kamer adlı risalesi ile geri dönmüştür. Dönüşünde risaleyi Uluğ Bey'e armağan etmiş ve Ali Kuşçu' nun kendisinden izin almadan Kirman'a gitmesine kızan Uluğ Bey, risaleyi okuduktan sonra onu takdir etmiştir.


Ali Kuşçu, Semerkand'a dönüşünden sonra, Semerkand Gözlemevi'nin müdürü olan Kadızâde-i Rûmi'nin ölümü üzerine gözlemevinin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zici'nin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Ancak, Uluğ Bey'in ölümü üzerine Ali Kuşçu Semerkand'dan ayrılmış ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiştir. Daha sonra Uzun Hasan tarafından, Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak amacı ile Fatih'e elçi olarak gönderilmiştir.

Bir kültür merkezi oluşturmanın şartlarından birinin de bilim adamlarını bir araya toplamak olduğunu bilen Fatih, Ali Kuşçu' ya İstanbul'da kalmasını ve medresede ders vermesini teklif eder. Ali Kuşçu, bunun üzerine, Tebriz'e dönerek elçilik görevini tamamlar ve tekrar İstanbul'a geri döner. İstanbul'a dönüşünde Ali Kuşçu, Fatih tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından sınırda karşılanır. Kendisi için ayrıca karşılama töreni yapılır. Ali Kuşçu' yukarşılayanlar arasında, zamanın ulemâsı İstanbul kadısı Hocazâde Müslihü'd-Din Mustafa ve diğer bilim adamları da vardır.

İstanbul'a gelen Ali Kuşçu' ya 200 altın maaş bağlanır ve Ayasofya'ya müderris olarak atanır. Ali Kuşçu, burada Fatih Külliyesi'nin programlarını hazırlamış, astronomi ve matematik dersleri vermiştir.

Ayrıca İstanbul'un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri de yapmıştır. Ali Kuşçu' nun medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolü olmuştur. Verdiği dersler olağanüstü rağbet görmüş ve önemli bilim adamları tarafında da izlenmiştir. Ayrıca dönemin matematikçilerinden Sinan Paşa da öğrencilerinden Molla Lütfi aracılığı ileAli Kuşçu' nun derslerini takip etmiştir. Nitekim etkisi 16. yüzyılda ürünlerini verecektir.

Ali Kuşçu'nun astronomi ve matematik alanında yazmış olduğu iki önemli eseri vardır. Bunlardan birisi, Otlukbeli Savaşı sırasında bitirilip zaferden sonra Fatih'e sunulduğu için "Fethiye" adı verilen astronomi kitabıdır. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde gezegenlerin küreleri ele alınmakta ve gezegenlerin hareketlerinden bahsedilmektedir. İkinci bölüm Yer'in şekli ve yedi iklim üzerinedir. Son bölümde ise Ali Kuşçu, Yer'e ilişkin ölçüleri ve gezegenlerin uzaklıklarını vermektedir.

Döneminde hayli etkin olmuş olan bu astronomi eseri küçük bir elkitabı niteliğindedir ve yeni bulgular ortaya koymaktan çok, medreselerde astronomi öğretimi için yazılmıştır. Ali Kuşçu'nun diğer önemli eseri ise, Fatih'in adına atfen Muhammediye adını verdiği matematik kitabıdır.
Posted by Unknown | File under : ,

Avrupa’ya tedavi metotlarını öğreten müslüman alimlerden Ali bin Rıdvan’ı ne kadar tanıyoruz?
Mısır’da Fatimiler döneminin çok ünlü doktoru ve filozofu olan Ebu’l Hasen bin Rıdvan bin Ali bin Cafer el Mısri, miladi 978 yılında Kahire yakınlarındaki Cîze (Gize) kasabasında doğdu. Babası bir fırın işçisi idi.

Altı yaşında öğrenime başladı. On yaşında Kahire’ye gitti. Beş yılda temel eğitimini tamamladı. Bundan sonra kendi kendini kitaplarla yetiştirdi.
Özellikle mantık, tabiat bilimleri, astronomi, metafizik ve tıp alanında ilerledi. Sokaklarda yıldız falına (astroloji) bakarak, tıp dersleri ve tedavi yöntemleri öğreterek geçim sıkıntısını gidermeye çalıştı.
Otuz iki yaşına gelince şöhreti ve geliri çok artmış, Halife Müstansır-billah tarafından saray hekimliğine tayin edilince ciddi bir servet sahibi olmuştu.
Bu tarihlerde Avrupa’da ilimlere karşı ciddi boyutta bir cehalet hüküm sürüyordu. Kilise taassubu bütün dehşeti ile Avrupa’yı karanlıklara boğmuştu. Haçlı seferlerinin kışkırtıcı vaizlerinden Clairwaux’u Bernhard (1090-1153) şöyle diyordu:
“Kurtuluşumuzu, ilaçlar kullanmak suretiyle tehlikeye atmak size yakışmaz.”
Bu ilkel zihniyet, o tarihlerde tüm kilise mensuplarına yerleşmiş bir kanaat, hatta kesin bir kuraldı. Bu konuda kanun ve kararname çıkaran kilisenin hükmü şöyle idi:
“Ruhun sağlığı vücudu korumaktan daha önemlidir. Onun için hasta, ateş içinde kıvransa bile, günahlarını itiraf etmeden doktor isteyemez… Rahip-papaz hastaya giderek ona takdis olunmuş su serpip, duada bulunmalıdır. Ona açıkça günahlarını söyletmelidir. Bu açıklama yaptırılmadan tedavi söz konusu olamaz. Buna uygmayan doktorlar kilise tarafından aforoz (Hıristiyanlıktan kovulma) edilir.”
Doktorlara büyücü gözüyle bakıldığı Katolik Fransa’da durum böyle iken müslüman dünyasında İbn-i Rıdvan, ideal bir hekimin sahip olması gereken şartları şöyle sıralıyordu:
“Beden sağlığı yerinde, akıllı, iyi huylu olmalı. İyi ve temiz giyinmeli, görünümüne dikkat etmeli. Hastalarının sırlarını saklamalı. Tedavi ücretini değil, tedaviyi ön plana almalı. Yararlı gördüğü şeyleri öğretmek aşkı ile yanmalı. Sağduyulu ve iffetli olmalı. Can ve mal konusunda güven telkin etmeli. Düşmanını dahi tedavi etmeli…”
İbn-i Rıdvan’ın ilmi kişiliğinde ilk göze çarpan husus disiplinli ve planlı çalışması ile tıp eğitimi tarzına önem vermesidir.
İbn-i Rıdvan, dengeli beslenmeye ve spora dikkat ederdi. Çok mükemmel ve başarılı öğretmendi.
Hastanın kişiliğini, bünyesini ve yaratılışını, ruhi durumunu, işitme, görme, kuvvet derecesini, nabzını kalbini, karaciğerini, böbreklerini tam olarak anlamaya çalışıyordu.
Ali bin Rıdvan 1068′de vefat etmiştir.
Posted by Unknown | File under : ,

Abbasi Devletinin büyük vezirlerinden. İsmi, Ali bin İsa bin Davud el-Cerrah olup, künyesi Ebü’l-Hasan el-Vezir’dir. 859 (H.245) senesinde doğdu. 945 (H.334) senesi Zilhicce ayının son Cumasında gece yarısı Bağdad’da vefat etti. Evinin bahçesine defnedildi.

Ali bin İsa, Halife Muktedir-billah’a iki defa vezir oldu. İlk defa 913 senesi Muharrem ayında vezirliğe getirildi ve üç sene on bir ay vezirlik yaptı. Sonra bu görevden alındı ise de, 927 senesinde tekrar vezir oldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı. Halk gelir, dert ve sıkıntılarını, hiç çekinmeden kendisine anlatırdı. Onları çok iyi karşılar, muamelesinde hiç sertlik görülmezdi.
Hatta namaz hazırlığı yapıp, tam çıkıp gideceği zaman gelenleri kırmaz, gönül kırıklığı ile; “Ya Rabbi! Ben sana taat için yola çıktım. Ama muhtaç olan kullarının işini bitirebilmek için gene geri kaldım.” derdi. Müslümanlara hizmet etmenin, Allah’a hizmet etmek demek olduğunu çok iyi bilirdi.

Ali bin İsa, tasarrufları ile devletin maliyesini ıslah etti. Halife Muktedir’e, Bağdat ve daha başka vakfa müsait geliri olan yerlerin, Haremeyn’e ve sınır boylarına vakfedilmesini teklif etti. Bağdat’taki emlakın geliri on üç bin dinarı buluyordu. Ali bin İsa’nın bu teklifi, Halife tarafından kabul edildi. Bu vakıflar için Divan-ül-Beri ismi verilen hususi bir defter tutturdu.

Kötülük nedir bilmezdi. Vezirliği müddetince herkese iyilik yaptı. Çünkü Müslümanlığın; Allah’ın emirlerini yapmak, yarattıklarına merhamet etmek olduğunu çok iyi biliyordu. Bu düşüncede olan bir insanın, insanlara zulüm ve eziyet ettiği tarihte görülmemiştir.

Suli, onun hakkında şöyle demektedir: “Zühdü, Kur’an-ı kerimi hıfzetmesi ve dini bilgisi bakımından öyle bir vezir bilmiyorum. Gündüzlerini oruçla, gecelerini ibadetle geçirirdi. Önceleri, divanda katiplerin yaptığı işleri bizzat kendisi yapardı. Medine-i münevverede bulunan Eshab-ı kiramın torunlarına ikramda bulunmayı çok severdi. İnsanlara hiç ayırım yapmadan fakir, zengin, itibarlı demeden adaletle muamele etti. Zayıfların hakkını kuvvetliden aldı. Her bakımdan iffet sahibi bir zat idi.”

İdareciliği yanında akli ve nakli ilimlerde de alim olan Ali bin İsa’nın birçok eseri vardır: Divanu Resail, Meani-ul-Kur’an-il-Kerim, Cami-ud- Dua, Kitab-ul-Küttab ve Siyaset-ül-Memleketi ve Siret-ül-Hulefa eserlerinden bazılarıdır.
Posted by Unknown | File under : ,
10. yüzyılda yaşayan Ali ibn Abbas Ortaçağ'ın önde gelen hekimlerinden biridir; Kitâbü's-Sınaat (Tıp Sanatı) adlı kitabı tıpla ilgili bütün konuları içermektedir ve İbn Sinâ'nın el-Kanun fî't-Tıb (Tıp Biliminin Kanunu) adlı yapıtı yazılıncaya kadar İslâm Dünyası'nda el kitabı olarak kullanılmıştır. 


Ali ibn Abbâs bu yapıtında baştan ayağa doğru, bütün beden hastalıklarını sırasıyla konu edinmiş ve bunların belirtileri ile teşhis ve tedavileri hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Yaralar, tümörler ve taşlar gibi cerrâhî müdahale gerektiren durumlarla karşılaşıldığında, cerrahların şu koşulları göz önünde bulundurmaları gerektiğini savunmuştur: 

1. Cerrahın anatomi bilgisi yeterli olmalıdır. 

2. Ameliyat öncesinde, aletler temizlenmelidir. 

3. Ameliyat sonrasında, hastanın bakımına önem verilmelidir. 


Yapıtın başlarında bulunan anatomi bölümünde, damarlara ilişkin yapılan açıklamalar tıp tarihi açısından önem taşımaktadır. Damarları iki ana grupta inceleyen Ali ibn Abbâs, bunlardan atar damarların çeperinin toplar damarlara oranla çok daha kalın olduğunu belirtmiştir.
Posted by Unknown | File under : ,

AKŞEMSEDDİN KİMDİR ?

    Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihi. İsmi, Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi’nin neslinden olup, soyu hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’a kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu. 1460 (H.864)da Bolu'nun Göynük ilçesinde vefat etti.

    Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kur’an-ı kerimi ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, o tarihte Amasya’ya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’a müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halep’te bulunan Şeyh Zeynüddin’e talebe olmak için Halep’e giderken, gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere Ankara’ya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veli’den icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:

    "Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.

    Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu.

    Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi. Oğulları Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah, Muhammed Emrullah, Muhmmed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed Hamdullah ile Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari, Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır.

Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişah’a hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultan’ın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine:"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır." cevabını verdi.

    Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (radıyallahü anh) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe,yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddin’den İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişah’ın bu teklifini kabul etmedi.

    Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra, Göynük’e yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa, bu zahmeti çok dünyadan göçerdim.” derdi. Bir gün hanımının; “Göçerdim dersin yine göçmezsin!” demesi üzerine; “Göçeyim!” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı. Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki tarihi Süleyman Paşa Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.

Eserleri:

1) Risalet-ün-Nuriyye: Arapça olup, kardeşi Hacı Ali tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. 2) Def’ü Metain, 3) Risale-i Zikrullah, 4) Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli, 5) Malumat-ı Evliya, 6) Maddet-ül-Hayat, 7)Nasihatname-i Akşemseddin.

AHMET BİN MUSA EL-ACİL

Ahmed bin Musa, sistem mühendisliği ve sibernetik ilminin öncülerinden olup aynı zamanda matematik ve astronomi alanında eserler veren müslüman bir bilim adamıdır. Babası ve kardeşlerinin ilim adamı olması onun da bu yönde ilerlemesine imkan sağlamıştır. Dönemin halifesi Memun’un ilim adamlarının yetişmesine önem vermesi de ilim adamı olarak yetişmesine zemin hazırlamıştır...
İlk olarak yıldızları diğer gök cisimlerini bunların doğuş ve batışlarını incelemiş ve  bu incelemelerinin sonucunda yıldızların doğuşu,  batışı aynı zamanda onların resimlerini gösteren bir cihaz yapmıştı. Bu cihaz bakırdan olup su kuvvetiyle çalışmaktaydı ve yıldızların resmini ayrıntılı bir şekilde hiç kimsenin müdahalesi olmadan gösterebiliyordu.
Ahmed bin Musa astronomi ilminin yanı sıra özellikle mekanik ilmiyle ilgilendi yüzlerce büyüklü küçüklü alet yaptı bu aletlerin içinde otomatik su kapları, kandiller, izafi ağırlık ölçen aletler ve günümüzde hala kullandığımız aletleri tasarlamıştır.
Ahmed bin Musa, kardeşleriyle birlikte Halife Memun tarafından, daha önce Sabit bin Kurra’nın, dünyanın çevresini doğru ölçüp ölçmediğini kontrol etmek için görevlendirilir. Üç kardeş, Sincan’da ve Kûfe’de yaptıkları ölçümler ve hesaplar sonunda, Sabit bin Kurra’nın bulduğu rakamı bulurlar.
Ahmed bin Musa, ilim ve teknik alanların yanı sıra islam ve fıkıh alanlarında da kendini geliştirmiş ve islam alimleri arasında adını duyurmuştur.
Ömrünü ilmi ve fıkıh çalışmalarına adayan Ahmed bin Musa, Milâdi 878 yılında vefat etmiştir.
Yaptığı mekanik aletlerden bazıları ;
1- Fitilleri yandıkça kendi kendine çıkan, haznelerine otomatik olarak yağ akan ve rüzgârda sönmeyen kandiller.
2- Bahçe ve tarlaların sulanmasında kullanılan, sulamanın tamamlandığını düdük çalarak haber veren (düdüklü tencere benzeri) aletler.
3- Her seferinde istenilen miktarda belli aralıklarla, ihtiyaca göre karışık veya ayrı ayrı su akıtabilen testiler, ibrikler ve banyo kapları.
4- Küçükbaş hayvanların su içebileceği otomatik kontrol sistemli tekneler.
Eserleri
1-)Kitabul Hıyel (Sistem mühendisliği ve mekanik alanında yazılmıştır.)
2-)Sabit yıldızlar küresinin dışında dokuzuncu kürenin bulunmadığının geometrik ispatı.
3-)Sanad bin Ali’ye sual.
4-)Kendi kendine müzik yapan aletler
Kitabü’l-Hiyel Hakkında
Ahmet bin Musa'nın mekanikle ilgili konulan içeren Kitabü'l-Hiyel isimli eseri günümüzdeki sistem mühendisliğine yakın bir anlayışla kaleme alınmış ve kendi alanında yazılmış ilk eserdir. Otomatik kontrol sahasında yazılan ilk eserlerdendir.  Kitab'ül Hiyel'de verilen otomatik kontrol sistemleri teknik yönden mükemmel olup,  bugün pratikte hâlâ kullanılan türden sistemlerdir. Kitab-ül Hiyel, Vatikan, Berlin ve Topkapı kütüphanelerinde olmak üzere 3 kütüphanede  bulunmaktadır. Topkapı Sarayın'daki en eski nüshadır Başı ve sonu eksip olup, 3474 numarada kayıtlıdır.
Tam Adı: AHMED BİN MUSA EL ACİL
Künyesi:  EBÜL ABBAS
Doğum Tarihi: -
Ölüm tarihi : 878
Günümüzde: Sistem Mühendisi

     Nobel armağanı alan ilk Müslüman ilim adamı olan Ab-
düsselâm, 1926 yılında Pakistan sınırları dışında kalan
Jhanga'da doğdu.
Pakistanlı fizik bilgini Abdüsselâm, Pencap ve Camb-
ridge üniversiteleriııden matematik ve fizik dallarında bi-
rinci olarak mezun oldu. 1951 yılında hazırladığı doktora te-
ziyle kuvantum elektrodinamiğinde temel olacak bir çığır
açtı. Aynı yıl Pencap Universitesi'ne profesör oldu.
1954 yılında Cambridge Üniversitesi'ne okutman tayin edilince,
Pencap Universitesi'nden ayrıldı.

1957 yılında Londra Universitesi'ndeki İmperal College'e teorik
fizik profesörü olarak tayin edildi. Bundan sonra, Abdüsselâm, dünya çapında pek çok akademi, çeşitli komisyon, ilmî dernek ve ilmî heyet  üyeliklerinde bulundu.



Aynı zamanda pek çok ilmî kuruluşun başkanlığına getirildi.
1970-73 arasında Birleşmiş Milletler Universitesi'nin Birleşmiş
Milletler Kurucu Kurulu ve Vakıf üyesi oldu.
1971-72'de Birleşmiş Milletler İlim ve Teknolojisi İstişari
Komitesi'ne başkanlık etti. 1972-78 arasında Milletlerarası Sırfi ve Tatbiki
Fizik Birliği nin ikinci başkanlığını yaptı.
1976'da Guthire Madalyası Armağanı, 1978'de Accedamia Nazionale di
XL'nin Malteuecci Madalyası.
1978'de Amerikan Fizik Enstitüsü'nün John Terrance Tate Madalyası.
Gene 1978'de İngiliz Kraliyet Akademisi'nin Kraliyet nişanını aldı.
1979'da, ABD Milli Eğitim Akademisi ve İtalyan Milli Lincei
Akademisene yabancı üye seçildi. Aynı yıl kendisine Nobel Fizik Armağanı
verildi. Ayrıca, biri 9 Eylül 1981'de İstanbul Universitesi tarafından olmak
üzere, dünyanın çeşitli üniversitelerinden 15'i aşkın fahri fen doktorluğu
payesi vardır.

Bugün bir tarftan Londra Ünivetsitesi İmperial College'de teorik
fizik profesörlüğünü (1957'den beri) sürdürürken, diğer taraftan da
Trieste'deki "Milletlerarası Fizik Merkezi"nin direktörlüğünü ifa etmektedir.
Gürüldüğü gibi, hayatının bütün devreleri milletlerarası başarılarla dolu
olan Pakistanlı fizik ilim adamı Prof. Abdüsselâm, ender yetişen İslâm
alimlerinden birisidir.

Prof. Abdüsselâm, 230'dan fazla orijinal çalışma yaptı. Bunlardan bir
kısmını, aralarında birçok Türk fizikçilerinin de bulunduğu mesai
arkadaşları ve öğrencileri ile hazırladı.
Prof. Abdüsselâm, bu çalışmalarında, İslâmiyetin ilme verdiği önemi bi-
len ve bütün ilimlerin kaynağı olduğuna inanan, keşiflerini ona
dayandıran bir Müslümandır.

Prof. Abdüsselâm, tam bir ilim adamına yakışır vakar içerisinde kendi-
sini "İslâmın naçiz bir hizmetkârı" olarak görür.
ABDÜSSELÂM VE NOBEL ÖDÜLÜ
Prof. Abdüsselâm, ilimde ömek ve takdir edilecek bir çalışma gösterir.
Müslümanların her şeyde olduğu gibi ilimde de öncü olmaları gerektiğini
savunur. İlmi, Allah'ın sanatını anlama gayreti olarak tarif
eder. Hatta ona Nobel armağanı kazandıran teorisini bile, ilâhî sanatın bir
kısmını anlayabilme lütfuna bağlar
PROFESÖR ABDÜSSELÂM'A NOBEL ARMAĞANINI KAZANDIRAN BULUŞ
Profesör Abdüsselâın'a Nobel armağanını kazandıran, zayıf ve elektro-
magnatik kuvvetlerin birleşik alan teorisidir. Bu teori, bir
yandan öyar simetrisi prensibine, diğer yandan da simetrilerin
kendiliklerinden bozulması prensibine dayanmaktaydı. Aynı teoriyi Steven
Weinberg de o sıralarda ileri sürdü. Bundan dolayı teori, Selâm-Weinberg
teorisi adıyla tanındı. Tabiatta ilk bakışta mahiyetleri itibariyle birbi-
rinden farklı görünen dört çeşit etkileşme görülmektedir. Bunlar:
1. Gravitasyon etkileşmeleri,
2. Elektromagnetik etkileşmeler (nötronların beta bozunumlarında olduğu gibi)
3. Zayıf etkileşmeler,
4. Kuvvetli etkileşmeler. (Bunlar atom çekirdeklerinin yapı taşlarını
birarada tutmaktadırlar.)
Teorik fizikçiler, 1918'den beri, bu etkileşmelerden en az
ikisinin veya hepsinin menşeinin aynı olduğunu isbat etmeye çalıştılar. Bu
konuda çalışmalar yapan Einstein, bu işe 35 yılını verdiği halde tatminkâr ve
gözlemlere uygun düşen bir netice elde edememişti.
Einstein'in gerçekleştiremediği bu teoriyi Profesör Abdüsselâm gerçek-
leştirdi: İki ayrı tipten etkileşme aynı bir teorik model içerisinde
deneylere uygun ve tatminkâr bir şekilde izah ve tasvir edilebiliyordu,
zayıf etkileşmeler ile elektromagnetik etkileşmeler aynı bir teorik çatı altında
birleştirilebiliyordu. İşte Selâm-Weinberg Teorisi'nin özü buydu.
Abdüsselâm, sadece fizikteki çalışmaları ile değil, idarecilik ve
yöneticiliği ile de örnek gösterilecek bir şahsiyettir.

Abdüsselâm, yapmış olduğu bu çalışmalanndaki başarısını İslâma bağ-
lar. Şu ayetin anlamında insanları araştırmaya sevk ve kâinattaki her
şeyin kusursuz olduğunu ve bunun neticesinde Allah'ın varlığını inkârın mümkün
olmadığını söyler. "Rahman'ın yarattığında kusur göremezsin. Haydi çevir
gözünü: Kusur görecek misin? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir. Gözün sa-
na yorgun ve hakir geri dönecektir." (Mülk-3)
Abdüsselâm'a göre, Müslümanlar ne zaman bu ayetlerin ışığında çalış-
malar yaptılarsa büyük başarılar kazandılar ve sahalarında çığırlar açtılar.
Ancak ne zaman bu rûhtan uzaklaştılar, o zaman ilimde gerilediler.
Kur'an'ın yaklaşık 1/8'inin kâinatı incelemeye davet eden ayet-i kerime
bulunduğunu belirtir ve bu ayetlerin Müslümanları araştırmaya,
tefekküre, akıllarının iyi bir şekilde kullanmaya çağırdığını söyler.
Bunun için bütün Müslümanları, bu gerçekler ışığında ilme gereken öne-
mi vermelerini ve bugünkü geri kalmış durumlarından kurtulmaları
gerektiğini söyler.

Prof. Abdüsselâm, çalışkan olduğu kadar da dindardır. Başarılarında ve
dindar olmasında babasının büyük rolü olduğunu söyler. Ona bu çalışma
şevkini ve aşkını onun aşıladığını söyler.

Babasının, dinine çok bağlı olduğunu, ilme ve ilim adamlarına büyük
önem verdiğini ve bu tutumunun kendisi için örnek teşkil ettiğini
söyler.

İlmi sahada Müslümanların öncü olmaları gerektiğini savunur. Çünkü,
Batılıların Müslümanları aşağıladıklarını söyler. Bunun için Müslüman ül-
kelerin gelirlerinin bir kısmını ilmi çalışmalara ayırmakla, ilmi
çalışmaları desteklemekle önemli ilerlemeler katedileceğini söyler.
Abdüsselâm, Müslüman ilim adamlarının ferdi çalışmaları bırakıp bir
birlik oluşturmalarını, bu sayede milletlerarası camiada bir güç
oluşturacaklarını ve bu sayede daha güzel çalışmalar yapacaklarını belirtir.
Tabii ki, bu başarılarının olabilmesi için de idarecilere büyük görev düş-
tüğünü söyler. Geçmişte büyük başarılar gösteren ilim adamlarının yanın-
da, onları destekleyen, himaye eden idareciler olduğunu söyler.
İlmin, insanı imana götürdüğünü, yarımyamalak değil, tam ve gerçek
olarak ilim yapan kimsenin inanmadan yapamayacağını belirtir.

Prof. Abdüsselâm, nıilletlerarası ilmi kuruluşlarda iyi bir yönetici
ve etkili bir organizatör olarak da görev yaptı. Bu konudaki en büyük
eseri ve 19 yıl kesintisiz olarak direktörlüğünü yürüttüğü Teorik Fizik
Merkezi'nin kurulmasıdır. Yine 1964 yılında Milletlerarası Atom Enerjisi
Ajansı'nın kurulmasını sağladı. Bu merkezin direktörlüğüne de Prof.
Abdüsselâm getirildi.

Direktörlüğünü yürüttüğü Teorik Fizik Merkezi kanalıyla çeşitli ülkele-
rin, özellikle gelişmekte olan ülkelerin fizikçilerine büyük imkânlar
sağlamaktadır. Bilhassa Türk fizikçilerine gösterdiği özel ilgi ve imkânlar
oldukça geniştir. Türk fizikçiler, yaptıkları 80, civarında orijinal
çalışmayla bu desteğe layık olduklarını göstermişlerdir.
Prof. Abdüsselâm, çağımız Müslüman ilim adamlarına güzel bir örnek
teşkil etmektedir. Aynı zamanda günümüz Müslümanlarının yüz akıdır.
Onun bu örnek çalışmaları Müslüman ilim adamlarına şevk vermeli, onun
açmış olduğu bu çığırdan dünya çapında buluşlar yapacak başka ilim
adamları inşallah çıkacaktır.
TEORİK FİZİK MERKEZİ'NİN KURUCUSU
Profesör Abdüsselâm milletlerarası ilmi kuruluşlarda tesirli bir
organizatör ve idareci olarak da görev yaptı. Bu konuda en bü-
yük eseri hiç şüphesiz Trieste'deki Teorik Fizik Merkezi'nin
kurulması hususunda oldu. 1960'ta Milletlerarası Atom Enerji-
si Ajansı'nın Genel Konferansına Pakistan guvernörü olarak
katıldı, Bu merkezin kurulması gerektiği fikrini ilk defa ortaya
attı. İlgilileri, dört sene boyunca ikna etmeye çalıştı. 1964'te de
merkezin kurulmasını sağladı. Bu merkez İtalyan hükümetiyle Milletler
arası Atom Enerjisi Ajansı'nın patronajı altında kuruldu ve direktör-
lüğüne Prof. Abdüsselâm getirildi.
FAHRİ FEN DOKTORU
Profesör Abdüsselâm, fizik alanında büyük hizmetler yap-
tı. Bunlar tek kelimeyle üstün ve armağana layık hizmetlerdi.
O fiziği, milletleri yaklaştırıp kaynaştırmada güçlü bir faktör
olarak kullanmasını bildi. Türk fizikçilerine de fazlasıyla ilgi
gösterdi. Maddi ve manevi yardımlarda bulundu. Türk fiziği-
nin gelişmesine çalıştı. İstanbul Üniversitesi, bu hizmetlerinden
dolayı Prof. Abdüsselâm'a 9 Eylül 1981'de, Fahri Fen Doktoru payesi verdi.
KESİNTİSİZ 19 YIL
Prof. Abdüsselâm, kesintisiz 19 yıldız Trieste Milletlerarası
Teorik Fizik Merkezi direktörlüğünü yürütüyor. Merkez ka-
nalıyla çeşitli ülkelerin, bilhassa gelişmekte olan ülkelerin fi-
zikçilerine büyük imkanlar sağlıyor. Bilhassa Türk fizikçile-
rine gösterdiği özel ilgi ve imkanlar oldukça geniştir. Türk fi-
zikçileri, 80 civarında yaptıkları orjinal çalışmayla bu desteğe layık
olduklarını göstermişlerdir.

"Limos : Açlık Tanrıçası
Dike : Adalet Tanrıçası
Semele : Ahiret Tanrıçası
Hestia : Aile Faziletleri Tanrıçası
Momos : Alay ve Hiciv Tanrıçası

Artemis : Ana Tanrıça
Aristalos : Arıcılık Tanrısı
Eros : Aşk Tanrısı
Afrodit : Aşk ve Güzellik Tanrıçası
Atalante : Avcı Kız
Bendis : Ay Tanrıçası
Eirene : Barış Tanrıçası
Minemosyne : Bellek Tanrıçası
Hermes : Belagat Tanrısı
Ceres : Bereket Tanrıçası
Poros : Bereket Tanrısı
Okeanos : Bütün Irmakların Babası Sayılan Tanrı
Kirke : Büyücü Tanrıça
Amphitrite : Deniz Dibi Tanrıçası
Thetis : Deniz Tanrıçası
Poseidon : Deniz Tanrısı
Sentinus : Duygu Tanrısı
Eileithhyia : Doğumlarda Kadınlara Yardım Eden Tanrıça
Fornaks : Fırınların Tanrısı
Adonis : Erkeklik ve Bereket Tanrısı
Hera : Evlilik Tanrıçası
Phantaso . Fantezi Tanrısı
Kairos : Fırsat Tanrısı
Thyphon : Fırtına Tanrısı
Nyks : Gece Tanrıçası
Hebe : Gençlik Tanrıçası
Hymenalos : Gençlik Ve Evlendirme Tanrısı
Androgeo : Minos'un Oğlu
Uranos : Gök Tanrıçası
Helios : Güneş Tanrısı
Apollon : Güzel Sanatlar Tanrısı
Enyalios : Harp Tanrısı
Ate : Hata Ve Günah Tanrıçası
Hybris : Hayasızlık Tanrısı
Klotho : Hayat İpliğini Büken Tanrıça
Hermaphroditos : Hem Erkek Hem Dişiliği Olan Tanrısal Yaratık
Furina : Hırsızların Tanrısı
Metis : Hikmet ve Tedbirlilik Tanrıçası
Fraude : Hile Tanrıçası
Asopos : Irmak Tanrısı
Aigina : Irmak Tanrısının Kızı
Algos : Izdırap Tanrısı
Penthos : Keder Tanrısı
Artemis : İffet Tanrıçası
Senius : İhtiyarlık Tanrısı
Nemesis : İntikam Tanrıçası
Poine : Ceza ve İntikam Tanrıçası
Moiralar : Kader Tanrıçaları
Kronos : Kainatin Hakimi
Pitho : Kandırma Tanrıçası
Themis : Kanun ve Adalet Tanrıçası
Eresbos : Karanlık Tanrısı
Fons : Kaynaklar Tanrıçası
Pan : Kır Tanrısı
Vakana : Kırlarda Dinlenenleri Koruyan Tanrı
Phobos : Korku Tanrıçası
Herakles : Kuvvet Tanrısı
Zeus : Mutlak Kudret Tanrısı
Orfe : Müzikçi Ozan
Risus : Neşe Tanrısı
Eris : Nifak Tanrıçası
Feronia : Ormanları Koruyan Tanrıça
Ultio : İntikam Tanrıçası
Thanatos . Ölüm Tanrısı
Oinone : Pınar Perisi
Amykos : Poseidon'un Oğlu
Morpheus : Rüyalar Tanrısı
Boreas : Rüzgar Tanrısı
Alkyone : Rüzgar Tanrıçası
Eolo : Rüzgarların Bekçisi
Penelope : Sadakat Timsali
Hygieia : Sağlık Tanrıçası
Akslepios : Sağlık ve Hekimlik Tanrısı
Hephaistos : Sanayi Tanrısı
Ares : Savaş Tanrısı
Urania : Semavi Aşk Tanrıçası
Febris : Sıcaklık Tanrıçası
Fides : Sözünde Durma Tanrıçası
Perimelis : Sürülere Gözcülük Eden Periler
Eos : Şafak Tanrıçası
Dionysos : Şarap ve Coşku Tanrısı
Ros : Şebnem Tanrısı
Bia : Şiddet Tanrıçası
Rheme : Şöhret Tanrıçası
Fatum : Talih Tanrısı
Nektar : Tanrıları Ölümsüzleştiren İçkiler
Ambrosia : Tanrıları Ölümsüzleştiren Yiyecekler
Fors : Tesadüf Tanrısı
Thyke : Tesadüf Tanrıçası
Demeter : Toprak ve Tarım Tanrıçası
İkaros : Uçmayı Başaran İlk İnsan
Hypnos : Uyku Tanrısı
Persephone . Yeraltı Tanrıçası
Hades : Yer Altındaki Ölüler Ülkesinin Tanrısı
Elysion : Yeraltı Cenneti
Aiakos : Yeraltı Ülkesinde Ölüler Hakimi
Flora : Yeşeren Bitkiler Alemi Tanrıçası
Penia : Yoksulluk Tanrıçası
Nike : Zafer Tanrıçası
Athena : Zeka Tanrıçası
Daimon : Zeka ve İlahi Kuvvet Tanrısı
Ploutos : Zenginlik Tanrısı"